ŞEKİB ARSLAN: İSTİLACILARIN DÜŞÜNCESİNE KARŞI İSLAMİ BİR DURUŞ İNŞASINA DOĞRU
Giriş:
Kebapta ele alınan insan modeli, çeşitli faaliyet alanları ve etkileşim yönleri olan bir insandır. Zihni ve bilinci, etkili referans kaynakları ve kültürel arka plan olan bir bağlamda şekillenmiştir.
İşte bu tipleri öznel ve kişisel boyutlarıyla ele alırken bütün faktörleri dikkate alarak bir hüküm vermek kolay olmamaktadır.
Bir de bu model, en azından, yaşadığı dönem itibariyle, konumlandığı düşünce ve aksiyon alanlarında üstlendiği roller hakkında yapılan yorumalar bir hayli farklı ve hacimli olunca iş daha da zorlaşmaktadır.
Şekib Arslan gibi bir şahsiyet, karakterini çevreleyen ve kompozisyonuna ve ardından sonra da rollerine eşlik eden böyle bir problematiği ortaya atmayı hak etmektedir. Bu nedenle, önemli şahsiyetlerin biyografisini ele alırken, onların yaşadıkları zaman, mekân ve onları çevreleyen şartlar göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Nitekim verilecek hükümler ancak bütün detaylar dikkate alındıktan ve temellendirildikten sonra genellenebilir.
Kitabın önemi:
Bize göre kitabın önemi birçok açıdan kaynaklanmaktadır:
Birincisi: kitap, günümüzde bütün tarafları çevreleyen kriz ortamlarından pek farklı olmayan bir tarihsel zaman boyutundaki, tanıkları ve tanıklık yapılanları bir araya getiren önemli bir tarihsel belleğin bir kaydı mahiyetindedir.
Nitekim o dönemde İslam Ümmeti, siyasi ve entelektüel bağlamda, varlığı ve etkileri bakımından ümmetin gidişatını etkileyen haritasını yeniden çizmeye yol açan değişikliklere tanık olmuştur.
İkincisi: kitap, ümmetin bağlamında olmayan bir batılı tarafından bu ümmetin bir model şahsiyeti hakkında yapılan bir okuma sonucunda ortaya çıkmıştır.
Okuyucu bu çalışma vasıtasıyla Müslüman ümmeti, sembollerini ve şahsiyetlerini ele alan bir kısım metodolojik okumalara muttali olma şansını elde etmektedir. Buna ilaveten belli bir bilinç seviyesini yakalamış olanlar da, Batının, ümmeti etkileme pozisyonu almadan, ümmetin bilinç çevrelerini, eldeki değişik araçlarla işlevsiz hale getirmek için nasıl detaylı bir şekilde araştırıp izlemeye aldığını görebileceklerdir.
Tabii ki her çağın kendine göre yöntem ve araçları vardır.
Şüphesiz, Şekib, ümmeti kuşatan tehlikelere karşı bir bilincin oluşması konusunda etkili şahsiyetlerden biriydi.
Üçüncüsü: kitap, metodolojik bakımdan cüz’i (tikel) olanı külli (tümel) bir çerçeveye yerleştirmektedir. Zira kitap İstikra’ (tümevarım) temeline dayanmaktadır. Bu da farklı biyografi araştırmalarının başvurduğu bir yöntemdir.
Bu yöntem araştırmacının bakış çerçevesini geniş tutmasına yaramanın yanında düşünce ve pozisyonları okuma planında dar çerçevelerden çıkmasını sağlamaktadır. Ayrıca yazarın metodolojik araçları bakımından da kitabı bilgi ölçeğinde değerli hale getiren bir hayli zengin bir kaynakçayı da tanımış oluyoruz.
Dördüncüsü: Kitabın yazarı William Cleveland, Ortadoğu ve İslam dünyası araştırmaları uzmanı bir Amerikan’dır. İncelediğimiz bu kitaba ek olarak iki kitap daha yazmıştır:
Birinci kitap: Modern Orta Doğu tarihi, Birkaç kez basılan bir üniversite kitabıdır. İlk olarak 1986’da basılmıştır.
İkinci kitap: “Satı’ el-Hussari, Osmanlı düşüncesinden Arapçılığa”. Bu kitabın İngilizce nüshası 1971’de yayınlandı.
Kitaplarındaki metodolojisi Arap ve İslam dünyasındaki düşüncenin seyrini izlemeye dayanmaktadır. Ona göre, Arap dünyasında entelektüel eğilimleri şekillendirmede rol oynayan iki kişilik vardır;
Birincisi, Satı’ el-Hussari, ve onun milliyetçi ve Arapçı söylemi,
İkincisi, yazara göre, İslam ve Arap ülkelerinin Batılı işgaline karşı bir İslami duruşun kurucusu olan Şekib Arslan’dır.
Otobiyografik okuma ve diğer okumalar.
Şekib Arslan hakkında yapılan farklı çalışmaları okumak, araştırmaya, tek bakışlı okumadan daha fazla bilişsel bir boyut kazandırmaktadır. Bu bağlamda eserleri ve pratik hayattaki davranışlarından hareketle onun kişiliğinin derinliklerini keşfetmeye çalışan çeşitli okumalar göz önünde bulundurulmuştur. Bu çerçevede en öne çıkan çalışma, Şekib Arslan’ın bizzat kaleme aldığı ve “otobiyografi” adını verdiği çalışmasıdır. Bu çalışmanın giriş bölümünde belirttiği gibi, kendisini bunu yazmaya iten sebep, gelecek nesillerin kendi hayat hikâyesini lehte veya aleyhte ele alırken bilgisizce karışıklıklara yol açmalarını öngörmesidir. Fakat Şekib Arslan’ın yazdığı bu otobiyografi, içeriğinden de anlaşıldığı gibi, hayatının son on beş yılını kapsamamaktadır. Nitekim bu otobiyografiyi Cenevre’de, 1931 yılının Mart ayı ile bu yılın ve sonları arasındaki zamanda yazmıştır.
Bunun yanında onun biyografisine ışık tutan, hayatının farklı yönlerini ele alan, ele alış yöntemleri ve kapsamları farklı olan başka çalımalar da vardır. Bunların tümünü burada bahsetmeden, örnek olarak, araştırmacının üzerinde durduğu üç çalışmadan söz edebiliriz:
Birincisi: Dr. Muhammed Sami Dehhan’ın çalışması. Bu çalışmanın aslı Dr. Dehhan’ın 1958 yılında Mısır Arap Araştırmaları Enstitüsünde yaptığı: “Prens Şekib Arslan: Hayatı ve Eserleri” başlıklı ve 1960 yılında basılan konferanslarıdır.
Çalışma, ilk bölümünde biraz siyasi yönüne değinse bile, daha ziyade Şekib’in edebi yönüyle ilgilenmektedir.
İkincisi: Dr. Ahmet Şerbası’nın çalışmasıdır. Çalışma iki kitaptan oluşmaktadır:
Birincisi: 1963’te Arap Araştırmaları Enstitüsüne sunulan ve aynı yıl basılmış olan yüksek lisans tezidir.
Başlığı: “Emir’u-l Bayan Şekib Arslan”. Kitap iki büyük bölümden oluşmaktadır. Belirgin bir edebi boyuta sahiptir. Yazar ilk bölümde hayatını çeşitli yönleriyle ele aldıktan sonra edebiyatı ve üsluplarından geniş bir şekilde bahseder. İkinci bölümde ise eser ve kitaplarından bahseder. Tezini iki ek ile bitirmektedir: Birincisine Şekib Arslan’ın, dostu Reşit Rıza’ya gönderdiği 55 mektubunu koymuş, ikincisinde ise Arslan’ın divanında yer almayan bir takım kaside ve beyitlerden bahsetmektedir. İkinci kitap ise, yazarın master tezinde üzerinde fazla durmadığı Arslan’ın hayatının bazı yönlerini ele alan ve “Şekib Arslan: Arapçılık ve İslam davetçisi” başlıklı başka bir çalışmasıdır. Kitap 1963 yılında yayımlanmıştır. Dehhan ve Şerbasi’nin çalışmaları birer uzmanlık çalışması olmaları hasebiyle Şekib’in Arapçılık ve İslamcılık ile ilgili duruşu yönüyle derinlikten yoksundur.
William L. Cleveland’a gelince, Dehhan ve Şerbasi’nin çalışmalarını gözden kaçırmamış, bilakis giriş bölümünde belirttiği gibi onlardan çok fazla yararlanmış ve birçok yorumda onlarla aynı noktada buluşmuştur. Ancak bu ikisini de eleştirme bağlamında, biyografik çalışmalarda zorunlu olarak başvurulan seçmeci yöntemi tenkit emektedir. Ona göre bu yöntem ikisini de Şekib’in hayatının en tartışmalı yönlerini gizlemeye itmiştir. Bundan kastı Şekib’in XX. Asrın Otuzlu yıllarının sonunda İtalya ve Almanya ile ilişkileridir. Ancak bu iki araştırmacının da mazur görülüp, maksatlarının Şekib’in edebi ürünleri üzerinde durmayı amaçladıkları düşünülebileceğini söylemektedir. Dahası bu gibi tartışmalı yönlerin kendi tarihi realiteleri bağlamında değerlendirilip o gözle bakılması gerekmektedir.
Üçüncü çalışma ise, William Cleveland’ın sonradan yapıldığı için görmediği değerli bir çalışmadır. Çalışma, Dr. Nasır Al-Hakim tarafından “Emir Şekib Arslan’da düşünce ve aksiyon diyalektiği” başlığıyla kaleme alınmıştır. Çalışmanın aslı 1992’de Lübnan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne doktora tezi olarak sunulmuştur. Giriş bölümünde ifade edildiği gibi çalışmanın amacı Arslan’ın yarım yüzyıldaki en belirgin faaliyetleri ve tutumlarını, bu tutumların dayandığı entelektüel ve kültürel kökenlerini ortaya koymak ve bunlarla ilgili teorik ve pratik tartışmaları bütünüyle olmasa da gündeme getirmektir.
Kitabın çizgisi ve kurgusu
Kitabın mimarisi, çalışmanın öznesini oluşturan prens Şekib Arslan modeli üzerinden Osmanlı Devleti’nin uğradığı büyük siyasi dönüşümlere ve Arap parçalarının akıbetine şahit olan son nesil Osmanlı Araplarının entelektüel duruş ve davranışlarını okuma üzerine kurulmuştur.
Kitap, Şekib’in hayatının ana eklemlerini ele almaktadır. Zira o, karakterleri ve haritaları farklı olan ve onun tutumlarına yansıyacak derecede ruhunda tesir bırakan iki dönemi temsil etmekledir.
Ancak bu tesir -yazara göre- onun fikrî ve metodolojik yaklaşımını değiştirememiştir. Nitekim bu çizgisi onun sahiplendiği fikir ve savunduğu devlet gibi unutulmuş ve izi silinmiş biri yapmak yerine, onu Arap-İslam düşüncesinde ve zamanının siyasetinde çeşitli düzeylerde muazzam bir güç haline getirmiştir.
Her ne kadar kitap Arslan’ın iki savaş arası dönemdeki biyografisine yoğunlaşmış olsa da yazara göre onun hakkında doğru bir hüküm vermek için, onun Osmanlı sistemi içindeki konumu ve bu sistemle ilgili görüşüne tamamen vâkıf olmak gerekmektedir.
Yazar, Arslan’ın hayatındaki bu gelişmeleri ve onun gerçekliğini okumak için, kitabını, bir giriş ve sekiz bölüme ayırmıştır.
Sekizinci bölümü ise sonuç bölümüne tahsis etmiştir.
Metodolojik formülasyonunda, zaman ve mekânın iç içe geçtiği bir yol izlemiştir.
Giriş bölümünde Arslan’ın entelektüel ve zihinsel oluşumunu hazırlayan tarihsel duraklar üzerinde durmuştur.
İlk üç bölüm, zamansal boyutlu olup Arslan’ın 1925 yılına kadar hayatını incelemektedir.
Dördüncü ve beşinci bölümler ise mekânsal boyutludur. Yazar bu bölümleri Prens’in XX. Yüzyılın otuzlu yıllarında üstlendiği roller ve Doğu Arap dünyası ile kuzey Afrika hakkında kaleme aldığı yazılarını keşfetmeye tahsis etmiştir.
Altıncı bölümü, Arslan’ın iki dünya savaşı arası dönemdeki entelektüel katkılarına ayırmıştır.
Yedinci bölümde de aynı dönemi fakat Arslan’ın İtalya ve Almanya ile ilişkileri bağlamında tartışmıştır.
Sonuç bölümünde ise, yazarın bu biyografide yaptığı gezinti sırasında elde ettiği bulgularının bir kısmını içermektedir.
Kitapla ilgili incelememiz üç eksende olacaktır:
Birincisi: yetişmesi ve izlediği yol,
İkincisi: Arslan’ın entelektüel ve kültürel projesinin içerdiği başlıca fikri yapılar,
Üçüncüsü: Arslan’ın çağdaşları ve sonradan gelenler tarafından lehinde veya aleyhinde tartışılmasına neden olan bazı problemler ve tutumlar etrafında olacaktır.
Birinci Eksen: yetişmesi ve izlediği yol:
Bu eksen giriş ile ilk beş bölümün bütününü kapsamaktadır.
Yazar, giriş bölümünde, Prensin yetişmesi, kişisel özellikleri, duruşu ve davranışlarında zihniyet ve düşüncesinin oluşmasında etkili olan tarihi şartlar, biyografisinin metodolojik bir araştırmaya konu edilmesinin gerekçelerinden bahsetmektedir.
Bu kısımda ele alınan başlıca fikirler:
1- Şekib Arslan Çağdaşlarının çoğunun aksine, I. Dünya Savaşı sonrası dünyadaki gelişmelere kedisini kaptırmamış, Aksine, yaşadığı çağın bütün imkânlarını kullanarak çağdaşı olduğu dönemi şekillendirmeye gayret etmiştir. Nitekim onun İslamcılığı onu, takip ettiği çizgide İslami dayanışma ve Osmanlı İmparatorluğunu destekleme yönüne yönlendirmiştir.
2- Yazara göre, Batılı araştırmacıların, Arslan ve benzerlerinin düşünce ve tutumlarını, araştırmayıp göz ardı etmelerinin gerekçesi Arslan ve benzerlerinin Arap ve Müslüman dünyasının yaşadığı siyasi ve entelektüel gelişmelere ve dönüşümlere yeni ufuklar açmadığıdır. Bu da Arslan’ın benimsediği İslam tasavvuru ve metodolojisinin bu görmezden gelmenin sebebi olduğun açıkça ortaya koymaktadır.
3- Yazar, prensin biyografisi hakkında yaptığı incelemeden sonra ulaştığı izlenim/kanaat, onun gerçek hayatta etkili olan önemli bir figür olduğu, İslami gelenekler ve ıslahatlar alanında seçkin bir yazar olduğu, Avrupa’da gerçekleşen Arap fetihlerinin tarihçisi, geçmişin büyüklüğünü hafızalarda yenileyen, devlet ve toplumla ilgili İslami kavramlara sadık ve bağlı, her yerde Müslüman kitleleri teşvik eden, kendisini eleştirenlerin düşündüğünden daha nezih ve dürüst, kendisini destekleyenlerin inandığından daha bir deha sahibi olduğu istikametindedir. Fakat bu özellik bir bütün olarak onu entelektüel bir fenomenin temel kurucusu yapmaz. Yazara göre, bunun sebebi onun düşüncesinin, Afgani ve Muhammed Abduh’un düşüncesinin bir kombinasyonu olması ve olayları yönlendirme yeteneğinin sınırlı olmasıdır.
Birinci bölüm ile ilgili olarak:
Yazar, prensin, Batı geleneklerinin tezahürlarine karşı tutumunu ele aldığı bir başlık atıyor. Nitekim bu bölümün başlığı: “Osmanlı-Arap beyefendisinin oluşumu” şeklindedir. Burada prensin dış görünüşü ile zihin dünyasının farklı olduğuna işaret etmektedir. Nitekim bütün dünyanın bildiği düşünceleri ile belirgin bir batı karakteri taşıyan dış görünüşü arasında uyumsuzluk bulunmaktadır. Yazarın özellikle bu bölümde kitaba koyduğu iki resim bunun delili mahiyetindedir.
Bu işin bir tarafı. Öte yandan, yazar bu bölümde, Arslan üzerinden Osmanlı karakterini göz ününe sermek istemektedir. Böylece biyografik incelemelerde sağlam bir metodolojik temelden hareket etmiş oluyor. Buna göre tarihçinin bir olguyu anlaması ve yorumlaması için o olgunun, içinde oluşup geliştiği sosyal ortamın açıklanması gerekmektedir.
Özellikle bu kurala vurgu yapmasının sebebi, Arslan’ın, içinde yetiştiği sosyal çevrenin, düşüncenin inşası ve düşünce ufkunun genişlemesi bakımından sınırlı bir etkiye sahip olması hasebiyle bir başarısızlık faktörü olmasıdır.
Burada iki belirgin faktör vardır:
Birincisi: Prensin, eğitim ve istihdam imkânları sınırlı olan kırsal bir çevreden gelmesi,
İkincisi: mezhepsel karakteri bakımından içine kapanık olan Dürzü dinine mensup olması.
Fakat Arslan’ın fikri yapısını, mensubu olduğu topluluğun üyelerinin alışılmış davranışından farklı kılan bir hayli faktör vardır. Yazar faktörlerden bu bölümün farklı yerlerinde bahsetmektedir. Bunlar:
1- eğitim gördüğü okullar gerek mezhepsel gerekse metodik olarak çeşitlilik arz etmekteydi.
Bu okullar: Şûf bölgesindeki Amerikan Okulu ve Beyrut’taki el-Hikme Okuludur.
Her iki okul da Hıristiyan okuluydu. Buralardan hem İngilizce hem de Fransızca öğrenmiştir.
Ayrıca onun Beyrut’ta ikamet etmesi sosyal ufkunu genişletti. Zira kırsal çevreden kent çevresine geçiş yapmış oldu. Daha sonra -ve en önemlisi- Osmanlı Sultanî medresede, İslami ilimler ve Türk dilini öğrendi. Şüphesiz ki babanın, evladının yönünü belirleme konusunda bir etkisi vardır. Bu da bazı araştırmacıların söyledikleri gibi, Arslan’ın babasının Sünni dini üzerinde olduğu yaklaşımı ile uyum göstermektedir. Nitekim vefat ettiğinde Sünni cenaze töreniyle defnedilmesi bu yaklaşımı teyit etmektedir.
2- İmam Muhammed Abduh’un Beyrut’ta sürgün olduğu dönemde Arslan’la ilgilenmesi, onun entelektüel hayatı ve pratik tutumları üzerinde belirleyici bir etkisi olmuştur. Bu etki İstanbul’da Afgani ile buluşması ile daha da derinleşmiştir.
Arslan, bundan sonraki on yıllar boyunca, hayatındaki dalgalanmalara rağmen kendisini, bu iki hocasından doğrudan aldığı İslami reform mesajının ve siyasi etkinliğin sadık mirasçısı olduğuna derinden inanmaktaydı.
3- 1890-1892 yılları arasındaki seyahatleri. Nitekim bu seyahatler, onun dünya vizyonunu genişletmiş, ona Kahire ve İstanbul toplumunu tanıtmış ve Şuveyfat’taki geleneksel rolünün artık önüne açılan ufuklarla uyuşmadığına ikna etmişti.
4- Arslan’ın yaşadığı siyasi iklim onu yerel çemberini aşmasına sebep olmuştu. Bunun yanında Özellikle babasının ölümünden sonra aile çevrelerinde üstlendiği rol, Dürzü topluluğunun çıkarlarını siyasi bağlamda koruma sorumluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve onun küresel İslami hedeflerine bağlılığı, onun bu çerçevenin dışına çıkmasına yardımcı olmuştu.
Yazar, Prens’in yetişme döneminden sonra takip etiği çizgiden bahsederken, prens üzerinde etki bıraktığına inandığı bir konu üzerinde duruyor. Şöyle ki:
Sultan II. Abdülhamid’in benimsediği İslam Birliği fikri onu Saltanatın Hilafetle bağlantısını güçlendirmeye yönlendirdi. Abdülhamid’in amacı başta Arap ve Türkler olmak üzere Osmanlı imparatorluğuna bağlı halkları birleştirmek suretiyle İmparatorluğu içerden güçlendirmekti. İşte Arslan’ı İslam Birliği fikrini benimsemeye motive eden nokta da bu idi. Bu fikir aklında, düşüncesinde ve davranışlarında öyle canlı duruyordu ki -yazara göre- siyasi geleceğini Osmanlı Halifeliğini tekrar canlandırmaya bağlamıştı. Ancak o bununla beraber “İslam” hilafetini, İslam’ı Osmanlı otoritesinin temeli ve dayanağı olarak gördüğünden dolayı savunuyordu. Bundan dolayı da İslam halifesinin, Müslümanların yaşadığı bölgelerde otoriteye sahip olması gerektiğine inanıyordu.
1913’te İttihatçıların İstanbul’da iktidarı tamamen ele geçirmesine yol açan darbe bile prensin çizgisini değiştirmedi. Bilakis bunlara güçlü bir destek verdi ve Osmanlı İmparatorluğunu parçalamayı amaçlayan Avrupa işgali karşısında güçlü bir hükümetin varlığını memnuniyetle karşıladı. Arslan, bu tutumunun bir sonucu olarak da yeni rejimin fiili sözcüsü oldu. Yazar, savaş ve sürgün başlıklı ikinci fasılda ise bir sorunsalı ortaya atmış. Şöyle ki:
Arslan’ın, Osmanlı milliyetçiliğinin savunulmasında arabulucu rolünü üstlenmesi, özellikle de Cemal Paşa’nın keyfi uygulamaları ile birleştirildiğinde, kendisini eleştirilerin hedefi haline getirebilir. Nitekim Arslan’ın iktidara ve karar alma mekanizmalarına yakın olması birçok kimsenin zihninde, I. Dünya Savaşı’nın ilk iki yılındaki davranışlarının, İttihatçıların milliyetçi politikalarını uygulamada onlarla iş birliği yaptığı intibaını uyandırmıştır. Bu itham hayatının geri kalanında da hiç peşini bırakmamıştır.
Yazar burada, Arslan’ın davranışlarının ve izlediği yolun belirsizliklerini açıklamaya çalışırken onun katılımcı bir adam olup kriz anında olumsuz bir tavır almasının mümkün olmadığını söylüyor. Ancak, gerek Arslan’ın kendisini savunması gerekse taraftarlarının yıllarca gösterdiği çabalar onu, bu eleştiriden kurtaramamıştır.
Bu da bazı araştırmacıların onu `belirsiz pozisyonların adamı` olarak tanımlamasına neden olmuştur.
Şerif Hüseyin’in gerçekleştirdiği Büyük Arap İsyanı patlak verdiğinde buna karşıt bir tavır aldı; hatta Şerif Hüseyin’e kızgındı. Çünkü meşru İslami hilafet olarak görülen bir yapı aleyhinde bir Arap isyanının patlak vermesini kabullenemiyordu. Ancak bu tutumu onun Arap karşıtı olmasından kaynaklanmıyordu. Bunu İslam Birliği’nin destekçisi olarak yapıyordu. İttihatçılara da bu sebepten destek veriyordu.
Sonra Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı yenilip devlet dağılınca ciddi bir siyasi ve fikri dönüşüm yaşandı. Bu trajik durumdan Prens de elbette nasibini alacaktı. Nitekim bu yüzden çalkantılı bir dönem yaşadı. Değişen şartlara uyum sağlamada ciddi bir şekilde zorluk çekti. Osmanlı’nın çöküşünün geri döndürülemez olduğu gerçeğinin farkına varması bir hayli gecikti. Bir daha dönmemek üzere geçip giden bir döneme bağlanmaya devam etmesinin yanında gönüllü bir sürgünde yaşamaktan kaynaklanan doğal dengesizlikler kendisinde kişilik ve kimlik problemlerine yol açtı.
Yazar, “Arap davasının benimsenmesi” başlıklı üçüncü bölümde modern Ortadoğu tarihini incelemek ve okumak için bir metodolojik ayrıntı üzerinde duruyor. Şöyle ki: Prens’in tanık olduğu siyasi dönüşümler belirleyici bir dönüm noktası sayılmaktadır. Nitekim Osmanlı Devleti Arap toplumsal ve politik elitlerinin gözünde daha önceleri hayatın bir gerçeği ve Halife-padişah ise onlar için sadakat merkezi iken, sonra, bu gerçek artık tarihe karışmış bir olay olmuştur.
Bu seçkinler artık Osmanlı İmparatorluğunun dağılması gerçeğiyle uyum göstermek zorunda kalmıştır.
Diğer seçkinlerin aksine Arslan’ın eski Osmanlı sistemi ile kalıcı ve sabit bir ilişkisi olduğundan dolayı yeni durumlara uyum sağlaması kolay olmamıştır. Ancak -yazarın görüşüne göre- nihai olarak dönüşümünü iki şey kolaylaştırmıştır:
Birincisi: İttihat ve Terakki hareketinin çöküşü. Zira bu artık geri getirilecek bir Osmanlı devleti ve hükümeti yok demekti.
İkincisi: Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini benimseyip buna bir laiklik elbisesini giydirerek milleti İslami kaynağından uzaklaştırması. Bu durum da Arslan’ı bir Arap kimliğini -fakat İslami çerçevede- aramaya itti.
Arap meselesine ilişkin yaptığı açıklama ve yayımladığı bildirilerde her biri bağımsız birer yapı ve diğer ülkelerden kopuk olan birçok Arap ülkesinde kökleşmiş güçsüzlükle mücadele edecek bir Arap Birliği kurulması çağırısında bulundu. Ancak bu çağrısı, onun savaş sırasındaki tutumu ve Arapların Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsız olmasına yönelik yapılan çağrıları reddetmesinden sonra, Arap liderleri ve seçkinleri nezdinde büyük bir kabul görmeyecekti. Fakat Muhammed Reşid Rıza’nın Arslan’ın hayatında bir yer tutması, Arslan’ın, bu tutumlardan dolayı marjinalleştirilen Arap liderlerin potasına yeniden entegre olmasında etkili oldu.
Onun Arap bağlamındaki gerçek katkısı iki çerçevede ortaya çıktı:
İlki: O dönemde İslami bağlamda anladığı çerçevede Arabizm konusundaki makaleleri,
İkincisi: Politik faaliyetleri. Bu faaliyetler, Prensin Cenevre/ İsviçre’de ikamet etmesi, işgalden sonra Suriye’ye Fransız manda politikasının getirilmesi ile aynı zamana rastlar. Cenevre’de 1921 sonlarında Suriye-Filistin Konferansı buna başkaldırmanın ilk tezahürü oldu. Arslan, bu konferansta Genel Sekreter seçildi. Konferansın en önemli sonucu ise Suriye ve Filistin halklarını Milletler Cemiyeti önünde temsil etmek üzere kalıcı bir Avrupa delegasyonunun kurulması idi. Prens Şekib Arslan ve İhsan El-Cabiri bu delegasyonunun üyesi seçildi.
Arslan’ı Arap davasıyla ilgili olarak öne çıkaran ve olaylarda ön saflara iten hayatının bir diğer dönüm noktası ise, 1925-1926 yılları arasındaki Suriye devrimidir. Nitekim onun Avrupa’daki Suriyelilerin resmi sözcüsü olması ve Milletler Cemiyeti nezdinde genel olarak da Suriye meselesi bağlamında yaptığı siyasi faaliyetler ona vatanseverliğini kanıtlama ve Arap çevrelerinde eski konumunu yeniden kazanma fırsatı verdi. Özellikle de onun bu rolünün genişletilerek Suriye konusunun yanında Filistin meselesini de uluslararası mahfillerde temsil etme görevi eklenince bu kanı daha da pekişti.
Ancak onun Araplar için yaptığı faaliyetler bağlamında karşılaştığı en belirgin engellerden biri, Arap dünyasındaki farklılık ve bölünmelerin sürgündeki organizasyonların politikalarına ve faaliyetlerine yansıması olmuştur. Bu durum bireysel hırslarla daha da ileri bir safhaya ulaşmıştı. Bu, Suriye-Filistin Konferansı İcra Komitesi üyeleri arasında mevcut olan iç çatışmada çok belirgin hale gelmişti. Sürgündeki Suriye toplumunun bileşenleri arasındaki çatlağın derinleşmesine yardımcı olan faktörlerden biri de Şekib Arslan ile Dr. Abdurrahman el-Şehbender arasındaki düşmanlıktır;
Şehbender, Şam’lı olup, Türkleştirme politikalarına karşı çıkan, Haşimî davasını destekleyen biriydi. Nitekim Suriye-Filistin İcra Konseyi üyeleri arasından Mişel Lutfullah kanadı ile iş birliği yapmış, Haşimilerin tezlerini ve milliyetçi-laik bir doktrini benimsemişti. Bu ise Prens’in fikri çizgisine ters düşmekteydi.
Yazar, Dördüncü bölümde, iki dünya savaşı arasındaki dönemle ilgili olarak:
“İslam milliyetçiliğinin savunucusu:
Doğu Arap Bölgesi” başlığı altında
Arslan’ın bu dönemde özellikle Suriye devriminden sonra, Arap direnişini yönlendirmeye yönelik çabaları üzerinde durmaktadır. Onun bu dönemdeki görevi, Avrupa hegemonyası altında bulunan Arap İslam ülkelerinin yaşadığı sorunları uluslararasılaştırmak, Ortak İslami bağlara dayalı karşılıklı işbirliği fikrini desteklemek için Arap ve Müslüman kamuoyunu harekete geçirmek ve bu ülkeler için, bağımsızlığı kazanma ve sağlıklı bir sosyal düzeni yeniden kurmalarının tek yolunun bu fikri benimsemek ve bağlamında çalışmak olduğu duygusunu yaymaktı.
Arslan’ın bu aşamadaki çabaları dört türlü faaliyet üzerinde yoğunlaşmıştı:
1) Suriye-Filistin meselesini Milletler Cemiyeti koridorlarında/platformunda gündemde tutmak.
2) Kuzey Afrika Araplarını Ortak antiemperyalist İslami mücadelenin potası içinde harekete geçirmek.
3) Dini bir Islahatçı olarak güncel İslami sahada cereyan eden olaylarla ilgili yorum yapmak.
4) Arapların, Britanya ve Fransa’ya karşı tezlerine destek sağlamak için büyük devletlerle işbirliği yapmak için müzakerelerde bulunmak.
Bu görevi yerine getirmek ve bu faaliyetleri gerçekleştirmek için kullandığı araçlar ise şu şekildedir:
1) 1930’lu yıllarda çeşitli dergilerde yayınlanan yılda seksen-yüz eserden oluşan Arapça makaleleri.
2) Fransızca olarak yayımlanan “الأمة العربية” (Arap Milleti) Dergisi. Bu dergi -yazara göre- muhtemelen onun gölüne en yakın yayın organıydı.
3) Çeşitli alanlardaki kitapları ve eserleri: biyografi, şiir, dini yorum, tarihsel anlatılar.
4) Müslüman dünyasında gerçekleşen tüm etkileşimlerle olan kişisel bağlantıları: konferanslar ve yeni bağımsızlık hareketleri.
5) Geziler ve yolculuklar. Nitekim o da Afgani gibi, İslam dünyasını ve Avrupa’yı dolaşıyor, yeni destekçileri kendine çekiyor, Arapları ve liderlerini tehlikelere karşı uyarıyordu.
Yazar, Beşinci bölümde: “Bir Kuşağın Öğretmeni: Kuzey Afrika“ başlığı altında Arslan’ın, Arap batısındaki (kuzey Afrika) İslami duyguları canlandırmadaki rolünü tartışıyor. Yazara göre Arslan’ın İslam Birliği ile ilgili kullandığı kavramlar, geniş-kapsamlı bağlantıları ve kişisel karizması kendisine zaman ve mekân sınırlarını aşan bir ilişki kurma fırsatı vermiştir. Bununla bir ucu Osmanlı dönemi Ortadoğu’sundan başlayarak Mağrib’e kadar uzanmış, savaş sonrası dönemde ise Cenevre ve Kahire’den başlayarak dönüş yolunda Mağrib’e varmıştır.
Kuzey Afrika’da bulunan Mağrip’liler Arslan’ı garipsememelidir. Zira Arslan, onların birçoğunun babasının, çizgisini değiştirip İslam Birliği fikrini benimsemesinde önemli bir rol oynamış ve onun duruşu Arap batısındaki (kuzey Afrika) bütün ülkelerde kendisini göstermiştir.
En bariz örneklerinden ve en etkili olanlarından biri, 1930’da Fransız Vesayet yönetimi tarafından yayınlanan ’berberi Kararnamesi’ne muhalefet etmesi ve İslami hisleri yalnızca Fas’ta değil, İslam dünyasında bir bütün olarak harekete geçirme konusundaki rolüdür.
Arslan’ın, Fas’ın içinde ve dışında bu kararnameye karşı yürüttüğü barışçıl kampanya, onun, İslam Birliği ilkesine dayanan faaliyetleri, dar ülkesel ulusal aidiyetlere tercih ettiğini ortaya koymuştur. Bağımsızlık sembollerinin seçimlerinde vatan bağımsızlığı, bizatihi belirleyici rol oynamazdı. Kendi ifadesiyle: Müslümanlar dünya çapında herhangi bir yerde dinleri bir tehlikeye maruz kaldığı zaman topyekûn karşılık vermek için harekete geçerler.
Bölümün sonunda Yazarın, en fazla üzerinde durduğu ve dikkatini çeken husus: Arslan’ın Kuzey Afrika bağlantıları -ki Fransızlar bunu eleştirirlerdi- Arap Doğusu’yla ilgili kaygılarından ve endişelerinden kopuk değildi. Nitekim Kendisi şahsen Arap dünyasının iki bölgesi arasında iletişim köprüleri kurma görevini üstlenmişti;
Ancak yazar, şunları söyleyerek konuyu bitirmiş: Arslan hem Arap batısı hem de doğusunun beğenisini toplarken her iki bölgenin siyasi tarihindeki yeri oldukça farklıdır. Nitekim Milletler Cemiyeti toplantılarında Suriye-Filistin heyetine başkanlık yaptı. Fakat Mısır ya da Suriye bağımsızlık hareketleri düzeyinde taktiksel yetenekleri olan adam olarak nitelendirilemezdi. Arap batısında özellikle de Fas’ta ise siyasetin dini renkler ve referanslara sahip olması, nüfusun ana bileşenleri arasında Hristiyan mezheplerin olmaması ve direniş gençliğinin genel kompozisyonu Arslan’ın umumi hedefleri, tecrübe birikimi ve politik yeterliliği ile tamamen uyum göstermekteydi. Bu durum da ona özel bir rol yüklemiş oluyordu.
İkinci eksen: Arslan’ın entelektüel ve kültürel projesinin kapsadığı fikri yapılar:
Bu eksen Cleveland’in kitabının VI. Bölümünün içeriklerini kapsamaktadır;
Cleveland bu bölüme “geleneğin güvenliği” başlığını koymuş ve Arslan’ın düşüncesini ve bilimsel ve metodolojik ürünlerini tartışmaya ayırmıştır.
Yazar, bu bağlamda, Arslan’ın durumunu ilmi ürünlerinden hareketle açıklarken, bunların, bir dizi emperyalist pozisyona karşı taktiksel bir tepki olduğunu ve bu nedenle de, İslam dünyasının iç sorunlarını incelemek ve Müslümanları etkileyen sıkıntıların tedavisini anlatma fikrini ortaya attığını söyler. Nitekim yazıları ve yorumları İslam Dünyasının içinden ve dışından geniş bir okuyucu kitlesini cezbetmiştir. Bu bağlamda onun “Neden Müslümanlar Gerilerken Başkaları İlerledi” adlı en meşhur kitabı sayılabilir. Yazar, onun bu kitabını diğer eserleri gibi selefi reformu gerekçelendirme akımına ait olarak nitelendirmektedir.
Prens’in gayretleri bağlamında ise yazara göre, onun fikri projesi Muhammed Abduh ve Rıza’nin ilkelerine uygun olmasına rağmen, metodolojisi onların metodolojisinden farklıydı. Zira o geleneksel Fıkıh konuları ile ilgili eleştirel bir bakış açısını ortaya atmamış, Tefsir ilmi ile ilgili katkıda bulunmamış, Hadislerin tekrar ele alınıp gözden geçirilmesi konusuna değinmemiştir.
Yazara göre, Arslan’ın tarzının Muhammed Abduh’tan ziyade Afgani’ninkine daha yakın olduğu sonucuna varmak daha insaflı bir yaklaşım olacaktır. Onun dini ilimlerde fazla derin olmaması kendisini bu tarzı benimsemeye zorlamıştır. Onun Akide ilmi hakkındaki bilgi eksikliği, bu alanla ilgili konuları savunurken kendisini daha sığ konulara girmeye zorluyordu. Fakat aynı zamanda en hassas toplumsal meselelere dokundu ve bunlara değinirdi.
İşte bu nedenle Arslan, Müslümanların gerilemesi meselesini işlerken, onların gerilemesine işaret eden ilgili bir tarihsel seri hazırlamaya istekli değildi. Keza özel olaylara ya da genel eğilimlere dayanan sebep ve sonuçların analiziyle de ilgilenmiyordu. O kendi dönemindeki İslam krizi ile ilgileniyor ve onu dert ediniyordu.
Onun derdi bu krizi açıklamak ve ortaya çıkmasına sebep olanları şiddetle kınamaktı. Nitekim bu krizin sonuçlarından biri de Avrupalıların Müslüman ülkelerini doğrudan egemenliği altına almasıydı.
Yazara göre Arslan’ın gözünde İslam dünyasının geri kalmışlığından sorumlu olanların kimliğini tespit etmek gayet kolaydır. Ona göre onlar: ultra-gelenekçiler ve batıcı laiklerdir.
Birinci grup İslam’ı yanlış yorumlamak suretiyle bu geri kalmışlığa katkıda bulunmuştur. ikinci grup ise, İslam toplumlarıyla uyumlu olmayan yabancı müfredatları almak istedi.
Arslan’a göre, yanlış anlaşılan geleneklere bağlılık, İslam’ın doğasındaki canlılığı zayıflattığı gibi, gelenekten vazgeçerek ilerleme ve başarı kervanına liderlik ettiklerine inanan ikinci daha ciddi bir tehdit oluşturmuştur.
Arslan, bunu tedavi etmek için kitap ve makalelerinde İslam dünyasını “modern cihat ahlakı ” olarak tarif edilebilecek faaliyete davet etti. Bu çağrısında her müminin, sürekli disiplin, daima ilerleme azim ve kararlılığı ve Kur’an’ın öğretilerine göre inanç temellerinin doğru anlaşılması prensipleriyle desteklenen bireysel sorumluluğu vurgulamaktaydı.
Yazarın Arslan’ın entelektüel projesine yaptığı okumasından başlıca çıkarılabilecek sonuçlar şunlardır:
Birincisi: Arslan bir teorisyen olmaktan daha ziyade teşvik ediciydi.
Onun birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki entelektüel yaşama katkısı, siyasi katkısı ile uyumlu ve tutarlıydı.
İslam kültürel asaletinin unsurlarını koruma kampanyasını yürütürken laik liberallerle çatıştı ve onlara, kültürel asaleti ispatlamak için sunduğu delillerinin geçerliliğini vurgulayarak hep onların karşısında durdu. Onları duyguların canlandırılmasını sağlayan bir kampanyanın hedefi haline getirdi.
Yazara göre onun argümanları fikri olarak zayıf olsa da, üslup ve tarz olarak tatmin ediciydi.
İkincisi: Arslan, herhangi bir yeniden formülasyon önerisi yapmadan reform yapan biriydi. Dini metinlerin muhtemel derin yorumlarının sınırlarını keşfetmeye çalışmadan insanlara, İslam’ın sunduğu imkânları sağlam ve pratik bir şekilde anlamaya iletmeye çalışıyordu.
Bu nedenle de onun İslam ile ilgili düşünceleri, manevî dünyayı yeniden kristalleştirmek yerine, maddi dünyadaki önlem ve eylemlere yönelikti. Bu nedenle, hocası Muhammed Abduh ya da arkadaşı Reşit Rıza’nın ulaştığı entelektüel önderlik konumuna ulaşamadı. Oysaki onun kitlesel tabanı ikisinin tabanından daha genişti.
Üçüncüsü, onun gençler arasında rehber olma statüsünü kazanma yeteneği, akranları arasındaki prestijini korumayı ve kendisiyle doğrudan ilişki kuran Avrupalıların kendisine karşı saygı duymasını sağlamıştı. Ancak liderliği onun bu yeteneğinin gerisinde kalmıştı. Bu bağlamda, onun yazma ve hitabetteki ifade yetenekleri göz ardı edilemez. Bunun yanı sıra siyasi açıdan etkili bir figür olması -yazara göre- onu iki dünya savaşı arasındaki dönemde en nüfuzlu ve etkileyici Arap kişiliklerinden biri haline getirmişti.
Üçüncü Eksen:
Prens’in tutumları: Sorunlar ve tartışmalar:
Bu eksen yazarın VII. Bölümde “Mihver’e doğru” başlığı altında ele aldığı konuları kapsamaktadır. Yazar bu bölümde Arslan’ın mihver ülkeleri ile ilişkilerini ele almaktadır.
Arslan’ın pozisyonunu analiz ederken onun İngiliz ve Fransız Mandasının Arap dünyası üzerindeki mutlak egemenliğine ilişkin açıklamalarını esas almaktadır.
Nitekim bu durum Arap liderleri ve elitlerinin kafasında, İngiliz ve Fransız emperyalizminin tamamen uzlaşmaz bir tutum içinde olduğunu ve Arapların, işgalcilere karşı farklı araçları kullanabilen
Avrupalı müttefiklerin yardımı olmaksızın hedeflerini gerçekleştiremeyecekleri kanaatini doğurmuştu. Bundan dolayı Arapların Almanya’ya ve daha az ölçüde İtalya’ya açılma girişimleri oldu.
Yazara göre, Alman politikası Arap dünyasıyla kısmi ilgilenmesine rağmen, kayıtsızdı. Ancak aynı durum, Akdeniz ve Kızıldeniz kıyılarındaki durumu değiştirmeye çalışan Mussolini’nin maceracı ve tehlikeli liderliğindeki İtalya için geçerli değildi.
Buna göre, Arslan’ın Mihver güçleriyle olan ilişkilerindeki tutumunu değerlendirmek isteyenlerin bu arka planı göz önünde tutması gerekiyor.
Yazara göre, Arslan’ın, ilişkilerindeki davranışlarının arkasında iki sebep yatıyordu:
Birinci Sebep: Arapların Büyük güçlerden bir müttefik edinerek hem İngiltere’ye hem de Fransa’ya baskı yapmayı hedefleyen çabaları.
Arslan’a göre, direniş gerek barikatların arkasında olsun gerekse de müzakere masasında olsun, Almanya gibi güçlü bir Avrupa ülkesinin mal, silah ve diplomatik desteği olmadıkça başarılı olamaz; Onun görüşüne göre bu, ortak çıkarların vurgulanmasının merkezinde yer alıyor.
İkinci Sebep, Almanya’nın Arap dünyası üzerinde gerçek ve inanılır bir emperyalist hırsa sahip olmayan tek süper güç olduğuna olan inancıdır. Nitekim Hırvatistan’da bulunan bir tanıdığına yazdığı bir mektupta Almanya hakkındaki tutumu ile ilgili gerekçelerinden bahsetmiştir.
Arslan’ın davranışlarının arkasında yatan bu gerekçeleri göz ardı etmek, kişiyi kafa karışıklığı çemberine düşürür.
Yazar, batılı bir araştırmacının başından geçen bir olayı nakletmektedir. Bu araştırmacı Arslan ile ilgili İtalyan ve İngiliz Dışişleri Bakanlarının tuttuğu kayıtları inceledikten sonra, onun sadece insanları baştan çıkarmak için onları tahrik eden bir ajan mı, yoksa gerçek bir davası olan biri mi? karar veremediğini ifade etmiştir. Ancak yazar objektif bir bakışla Arslan’ın bir ajan provokatör olmanın ötesinde akıllı ve dürüst bir kişi olduğunu kesin bir dille ifade etmek suretiyle bu araştırmacının şüphelerini gidermiştir.
Bununla beraber yazarın bu adil ve insaflı bakışı onun Arslan’ı iki konuda eleştirmesine engel olmamıştır:
Birincisi: Arslan’ın, ittifak kurma konusunda umursamaz davranan Almanya’nın ilgisini çekme ve Arap ve İslam dünyasındaki çıkarlarını elde etmek isteyen İtalya’yı frenleme yeteneğini sorguluyor ve onun, her iki konuda da iyi bir sonuç elde edemediği ve son derece karmaşık bir duruma düştüğü sonucuna varıyor.
İkincisi: İtalya’nın Etiyopya’ya karşı düzenlediği sefere karşı tutumu.
Arslan, işgale karşı hoşnutsuzluğunu belirtmekle beraber İtalya’nın politikalarını haklı çıkarmak için bir mazeretler karışımı ileri sürdü. Nitekim Arslan’ın İtalya’dan Suriye, Filistin ve Trablus’la ilgili talepleri vardı ve İtalya’nın, Araplara, uğradıkları haksızlıklar konusunda yardımcı olabileceğini zannediyordu.
Yazar, ancak Arslan’ın izlediği bu yolun doğru olmadığını ve İtalyan politikasının gerçekte İngiliz ve Fransız politikasından farklı olmadığını ve siyasi zekâsı olan herkesin bunun farkına varabileceğini savunuyor.
Aynı bağlamda, Arslan’ın Mihver ülkeleri ile ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlu mali dosyası.
Her ne kadar o İtalya’yı destekleyip politikalarını haklı gösterse de, onun para yardımı karşılığında İtalya’ya destek vermekle itham edilmesi, duygularını incitmiş ve öfkelendirmişti.
Bu ithamın kaynağı, Arslan’ın çalışmalarının ve çabalarının maddi yardım olmadan yapılamayacağı düşüncesiydi.
Yazar, bu konuda Arslan’a karşı oldukça adil davranmış ve mali tablosunu, itham çerçevesinin dışına çıkaracak delil ve kanıtları sıralamıştır.
Yazara göre, Arslan’ın en belirgin özelliği onun maddi zorluk çekiyor olmasıydı.
Onun borçlu olması gelirinin, özel ve genel ihtiyaçlarını karşılayamamasından kaynaklanıyordu. Nitekim o aynı anda hem mütevazı hem de parayı umursamaz bir hayat yaşıyordu. O, zor şartlarına rağmen onurlu bir aileden gelen bir prense layık bir hayat sürdürüyordu. Ne var ki geliri basit ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Çektiği bunca mali sıkıntıya rağmen mali dürüstlüğü birçok kimseyi hayrete düşürmüştü. İsviçre yetkilileri tarafından kendisine hangi hükümetten yardım aldığına dair soruya: “Hayır, ben özgür bir adamım ve bu şekilde kalacağımı umuyorum” diye cevap verdi.
Sonuç bağlamında diyebiliriz ki:
Yazar, Şekib Arslan’ın biyografisinin geneli ile ilgili fikir veren farklı istasyonlarda duraklamıştır. Bunların başlıcaları şunlardır:
Birincisi: Arslan’a göre siyasal İslam seçeneği, tercih edebileceği birçok seçenek arasından biri değildi; çünkü bildiği tek inanç İslam idi, Dürzü kökenine rağmen, ailenin Sünni İslam’a olan açıklığının bazı yönleri ve Muhammed Abduh’tan aldığı rehberlik onu, özellikle tanık olduğu büyük siyasi dönüşümler bağlamında kendi ortamında, İslam davasının savunucusu haline getirmişti.
İkincisi: Devletler veya devletlerce desteklenen belli başlı kurumların elinde bulunan siyasi araçlarının eksikliğine rağmen önemli ve dikkat çekici bir etkisi vardı. Hasımlarına karşı siyası becerisini geliştirerek kullandı. Kendisinden farklı düşünenlerle iletişim kurma yeteneği onun bu gücünü ve nüfuzunu arttırdı.
Bunun yanında, keskin eleştirilere de maruz bıraktı.
Üçüncüsü: Arslan, toplumsal bir reformcu olmaktan ziyade, nostaljinin etkisinde kalan, İslam’ın ihtişamını yeniden geri getirme derdinde olan bir insandı.
Maddi yoksulluğun sebeplerinden ziyade kültürel güvenliğe daha çok önem veriyordu.
Dördüncüsü: Arslan’a ve iki dünya savaşı arasındaki Osmanlı İmparatorluğu kökenli teorisyenlere yöneltilen temel eleştiri, onların sosyal değişim formüllerine ilişkin bir tasavvurdan ve kitlelerin ihtiyaçlarını anlamaktan yoksun oldukları şeklindeydi.
DEĞERLENDİRME MAHİYETİNDE:
Kitap gerçekte birçok yönüyle heyecan vericidir.
1- Kitabın başlığı: Yazar, okuyucuların referans kaynaklarına, bağlılıklarına ve aidiyetlerine bakmaksızın kitaba, kışkırtıcı bir başlık koymuştur.
Bize öyle geliyor ki, bunun sebebi, yazarın üstesinden gelemediği bilişsel tarafgirliğidir. Elbette ki ondan İslam’ı savunan bir Müslüman olması beklenemez. Ancak Müslümanların, Avrupalıların işgali sonucu, maruz kaldıkları zulüm tezahürlerinin üzerinde durabilirdi. Kitap boyunca tarzını/yönelimini yansıtan bazı ifadeler kullanmaktadır; Nitekim Arslan’ın Mağrip bağlamında savunmasını üstlendiği İslam’ı ”radikal” olarak nitelendirmiş, Batı medeniyetindeki ahlaki bozulmaya ve İslami değerler sisteminin ihlaline yol açan özgürlük kaosuna karşı kaleme aldığı yazılarını da şaşkınlıkla karşıladığını dile getirmiştir.
2- tarzı ve formülasyonu: -elimizdeki çevrilmiş versiyonundan bahsediyoruz –.
Nitekim bu çalışma, ulaştığı sonuca bakmaksızın Karşıt ve farklı bir bağlamla uğraşırken bilimsel dürüstlük alanında başlı başına bir model olarak nitelendirilebilir.
3- kitabın Muhtevası: Nitekim bu muhteva yazarın sistematik bir çizgisini belirlemiş ve kitabının başlığını ortaya koymuştur. Ayrıca, özellikle İngiliz, Fransız ve Alman Dışişleri belgeleri ve kayıtları; Kızı Mey, İhsan El-Cabiri ve Habib Bourguiba ile yaptığı kişisel röportajlar yoluyla kimsenin ulaşamadığı kaynakları ve referansları kullanarak Prens’in biyografisinin ayrıntılarına vâkıf olmuştur.