Batılılaşma Öyküsü/Batılılaşmanın Tarihi
Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinopolis’i (İstanbul’u) fethi, Napolyon’un Mısır seferine benziyordu: İki medeniyet ve ilkeleri arasındaki farktan kaynaklanan bu iki komutanın savaş yöntemleri ve fetih amaçları farklılık arz etse de, her ikisi de çağ açıp çağ kapayan ve savaşa maruz kalan iki toplumu uyandırıp harekete geçiren bir özelliğe sahipti.
Fatih Sultan Mehmet, peygamber öngörüsünü gerçekleştirerek bunun sevabını almak istemişti. Fatih, “Konstantinopolis bir gün mutlaka fethedilecektir, Onu fetheden ordu ne güzel bir ordudur, o komutan ne güzel bir komutandır!” sözündeki müjdeye nail olmak isterken, Napolyon ise ganimet ve maddi kazançların tek sahibi olacağı bir Doğu İmparatorluğu kurma sevdasının peşindeydi.
Fatih, Konstantinopolis’i fethettikten sonra tek bir kan dökmedi, hak ve hakikatin, iyiliğin, affetmenin ve “öteki”yi olduğu gibi kabullenmenin sağlam temellerini attı; Napolyon’a gelince o küçük çocukların saçlarını dahi ağartacak kadar ürkütücü zulümlere imza attı; haksızlık, şiddet ve “öteki”ni tanımama bir türlü kök salamayan yönetimini sağlamlaştırmanın tek yoluydu.
Konstantinopolis günümüze kadar Müslüman olarak kaldı; Napolyon’un seferi ise üç yıldan fazla sürmedi, sonrasında da fiyasko ve hayal kırıklığı içinde hor ve hakir olarak Mısır’dan çıkıp gerisin geriye dönmek zorunda kaldı.
Fatih Sultan Mehmet, Müslüman Doğu’nun ulaştığı ilim, marifet ve medeniyeti Hıristiyan Batı’nın istifadesine sundu, sahip olduğu hiç bir ilimi onlardan esirgemedi, kendisine ait olmayan bir hakkı da zorla elde etmedi. Ne var ki Napolyon, Batı’nın ilim ve bilimini Doğu’dan esirgedi, iddia edilenin aksine bir aydınlanma çağını başlatmadı, bilakis yeni doğmakta olan bir Doğu Rönesans’ına düşük yaptırdı.
İki komutan arasındaki bu farklar, aynı zamanda İslam Doğu Medeniyeti ile Hristiyan Batı Medeniyeti arsındaki temel farkları oluşturmaktadır.
Batı uygarlığı, MS 476’da Roma İmparatorluğu dağılıp aralarında birleştirici bir bağ olmayan emirlik ve krallıklara dönüştüğünde ortaya çıktı. Bundan önce Avrupa’nın kuzeyi, Normanlar, Salkabaslar, Saksonlar ve diğer yarı vahşi kabilelerle dolup taşıyordu. Roma Devletinin, Avrupa’nın orta ve güneyinde böyle karmaşık bir yapıyı kucaklamaya gücü yetmedi, otoritesi altına veya bayrağı altına alamadı, nihayetinde onları kontrol altına alabilme ümidini yitirdi ve kuzey sınırlarını bu yapının sürekli saldırı ve yağma faaliyetlerinden korumakla yetindi. Roma Devleti yıkılınca onunla birlikte bütün Avrupa “Karanlık Orta Çağl” olarak adlandırılan bataklığa düştü.[1]
Avrupa’da dini ve siyasi otoriteyi elinde tutan feodalite kralları ve kilise papaları, İslam’ın ortaya çıkışı, doğuda Roma Hristiyanlığının ya da Hristiyan Roma’nın alanının daralması, batıda fetihlerin yaygınlaşması, Romalıların Mısır ve Suriye’den sürülmesi ve Avrupa’nın güney kesimine sıkıştırılması, Endülüs’ün fethi ve doğuda Çin’in kuşatılmasının ardından korkuya kapıldılar ve İslami ilerleyişin önünü almak için Avrupa’nın Orta Çağ Karanlığı’na düşmesine neden oldular. Daha dün Endülüs’te olduğu gibi Avrupa’nın güneyinde de Hristiyanlığın otoritesinin yok olmasına sebep olmasından endişe ettiler. Bu nedenle kuzeye yönelip bir din çatısı altında toplanmayan bu başıbozuk barbarları Hristiyan yapmayı, kısa süre sonra da Şam ve Mısır’dan gelebilecek İslam tehlikesine karşı koyacak ordulara yardımcı güç haline getirmeyi düşündüler.[2]
Papaların bu isteği, bazen hile, aldatma, mal ve mülk; bazen de bu vahşi kabilelerin tek bir din çatısı altında birleşme arzusu sayesinde gerçekleşti. Rahip ve papazların giriştiği geniş misyonerlik faaliyetlerinin temel taşını, İslam ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’i, Kur’an ve Müslümanları bu kabilelere kötü gösterme oluşturuyordu. Her türlü eksik ve kusuru İslam’a yakıştırıyor ve yeni Hristiyan olanların zihninde Müslümanların kan dökmeye susamış, şehirlere savaş açan, krallıkları hor gören, medeniyet ve uygarlığı tahrip eden vahşi barbarlardan başka kimseler olmadıkları portresini yerleştirmeye çalışıyor ve buna uygun İslam ve İslam peygamberi hakkında hayali ve komik hikâyeler uyduruyorlardı. O – haşa – bazen Hristiyanlığın nurunu söndürmek, Ahd-i Atik ve Kadim’i (Tevrat-İncil) ifsat etmek için Kuran adlı bir kitap uyduran şeytanın aracısı.. Bazen papalık makamına oturamamış, yenilgi psikolojisi ile Arap yarım adasına kaçmış, barbar putperestleri otoritesine almış ve onların bağlılıklarını elde etmek ve yenilgisine neden olan inançtan intikam almak maksadıyla onlardan bir ordu kurmak için onlara fısk-ı fücuru, fuhşu, livatayı serbest bırakan Roma Katolik Kilisesi’nin kardinali.. Kimi zaman da kulaklarından buğday tanelerini gagalama üzerine eğittiği, Ruhu-l Kudüs olduğunu savunduğu ve kulaklarını gagalamasının da ilahi vahyin tebliğ edilmesi anlamına geldiğini iddia eden güvercin hikâyesinin sahibi.. O kadar ki bu komik hikâye bütün Avrupa’da yayıldı ve daha sonra büyük edebiyatçılar da bunu eserlerinde tekrarlayıp durdular. Örneğin Shakespeare (4. Henry, 2. Bölüm, 2. Sahne) kral Karl’ın Can Drak’a söylediği: “Güvercin Muhammed’e vahiy getirmedi mi? Sana gelince, sana da belki kartal vahyetmiştir” şeklindeki sözlerini naklederken değinmiştir. [3]
Kilise rahip ve papazlarının orta çağda vaftiz ettikleri samimi Hristiyanların gözünde, İslam ve İslam peygamberini, Müslümanları ve Kuran’ı karalarken nasıl bir yöntem takip ettiklerini bu ve benzeri örneklerden yola çıkarak anlayabilirsiniz.
Bu inanç kalplerinde iyice yerleştikten sonra yeni bir aşamaya geçtiler ve onlara tamah, hırs ve dünyevi kazançların kapısını açtılar. Zira biliyorlardı ki bu, farklı kabileleri harekete geçiren ve motive eden ana unsurdu. Onlara, Müslümanların yeryüzünün hazine ve nimetlerini ellerinde tuttukları, refah ve bolluk içinde yaşadıkları ve sıcak topraklarının gözün görmediği, kulağın işitmediği ve akla gelmeyen güzelliklere sahip olduğunu anlatıp durdular. Buna bağlı olarak hırs ve elde etme arzusu kalplerinde kök saldı ve sonrasında papazlar çok kolay bir şekilde onları mobilize edip asker olarak kendileriyle birlikte 2 asrı (1096 – 1292) tüketen tam 7 haçlı savaşına/seferine katılmalarını sağladılar.
Bu kabileler son derece vahşi bir şekilde yaş-kuru ne varsa talan etmeye ve seferlerin ilk kurbanı olan Hristiyan krallıkları ile Mısır ve Şam bölgesinde bulunan İslam krallıkları arasında bir ayrım gözetmeksizin önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkmaya başladılar.[4]
Ancak bu savaşlar, iki taraf için de her yönüyle kötü sonuçlar doğurmadı; zira Müslümanlar bu savaşlar sayesinde, bir nebze de olsa ayrılık ve dağınıklık hallerinde kendilerini nasıl bir tehlikenin beklediğinin farkına vardılar, birlik, beraberlik ve tek bir bayrak altında toplanma ihtiyacı hissettiler, güç unsurlarını ve yaşanan hadiselerin tekrarını önleyecek tedbirler almaya başladılar. Diğer yandan haçlılar da kaliteli Müslümanlarla karşılaşmış, onların adet, karakter ve dinlerini öğrenmiş, güzel ahlak ve sıfatlarını bizzat tecrübe etmiş, papaz ve rahiplerin İslam ve Müslümanlar hakkında yaydıkları yalan ve iftiraların kökünden kazınmasına yardımcı olmuştur. Ne bir vahşilik ne de barbarlık görmüşlerdir; kendi ülke insanları ve dini liderlerinde olmayan cesaret, cömertlik, saygınlık, ilim, medeniyet, ilerleme ve insani ilişkilerde kalite görmüşlerdir. Bu da doğal olarak kendi din ve ilimlerine olan güvenlerini sarsmış ve maruz kaldıkları aldatmanın büyüklüğünün farkına varan birçok insanın İslam’la müşerref olmasının önünü açmıştır.
Bu esnada bazı kral ve rahipler, kendi elleriyle oluşturdukları ve yalanları ile suladıkları tehlikenin farkına varmaya başladılar ve durum daha da kötüleşmeden, yama kapanamayacak hale gelmeden bir çıkış yolu aramaya koyuldular. İslam medeniyetinin gücünün sırrının, bu dinin en büyük önceliği olan (ilim/bilim) olduğunun kesin kanaatine vardılar. Zira Müslümanlara göre ilim, farz-ı ayn, uygarlık ve medeniyetin de temeliydi. Bu, İslam’ın dünyadaki uygarlığını sağlayan sırrıydı. Büyük Albert, onun İtalyan öğrencisi Thomas Eucene, İngiliz Roger Bacon, Fransız İmparator Peter ve Sicilya’nın Germen imparatoru Frederick II gibi akıl, idrak ve hamiyet sahibi Batılı bilgin ve kilise adamları da bu sırrı keşfetmişti. Bu ve benzeri ilim ve din adamları dil, din, felsefe, tıp ve astronomi alanlarında Arapların sahip olduğu ilimlerin kıymetini bilip onlardan istifade ettiler. İslam’ın askeri dış saldırılarla güç ve kudretinin iyice arttığını, gücün tek başına İslam’a karşı koyamayacağını, kalpler üzerindeki tesirini engelleyemeyeceğini gördüler. Toplumlarını, cehalet, geri kalmışlık, kilisenin otoritesi altında bulunmaktan kaynaklı farklı halk kesimlerinde görülen hurafelerin pençesinden sadece ilmin kurtaracağını ve bu ilmin de yalnızca Müslümanlar tarafından korunan ve geliştirilen kaynaklardan beslenmekle elde edilebileceğini görüp tespit ettiler. Bu şuur ve idrakle ciddi manada ilmin peşine düştüler, Endülüs gibi İslam’ın büyük kentlerine “bilimsel heyetler” diyebileceğimiz ekipler gönderdiler. Endülüs, üniversitesi, kendilerine yakın olması, ülke yapılarının benzer olmasından dolayı öğrenci gönderme işleminin merkezinde yer alıyordu ve bu şekilde Endülüs İslam medeniyetinin ışığını kıtanın orta ve kuzeyine ulaştıran bir Avrupa Meşalesi haline geldi.[5]
Avrupa medeniyetinin ilk öncüleri, İbn-i Rüşd ve İbn-i Sina gibi İslam bilginleri, filozofları ve kelam âlimlerinden etkilenmiş ve sınırlı da olsa Arapçadan Latinceye tercüme hareketi başlamıştı. Kuran-ı Kerim, Aziz Peter’in Arapça bilen öğrencilerinden Latinceye çevrilmesini istediği kitapların başında geliyordu. Tahminlerde bulunma, kısaltma, eksik nakletme veya tamamen atlama gibi büyük ve kasıtlı yanlışlarla dolu olmasına, hatta hiç bir ayetin manasını gerçeğine uygun şekilde vermemesine rağmen bu çeviri, günümüze kadar Batı’da İslam hakkında yapılan diğer çeviriler ve erken/olgunlaşmamış yorumların temelini oluşturduğunu görüyoruz.[6]
Avrupa’da bilim dilinin (Latince), cehalet ve ümmîliğin hüküm ferma olduğu halkların dilinden ve diğer konuşulan dil ve lehçelerin birbirinden çok farklı olması, Haçlı Seferleri sırasında Müslümanlarla temasın ana etken rol oynadığı Avrupa Rönesans’ının ilk tomurcuklarının devam etmesinin önündeki en büyük engel olarak duruyordu. Ancak haçlı savaşları başarısızlığından sonra İslam ülkelerinden ilim ve bilgi elde etmede gösterilen azim, sabır, ceht ve gayret 2 asır süren bu dönemin en bariz özelliği olmuştur.[7]
Bu sabır, azim ve gayret, Konstantinopolis’in Fatih Sultan Mehmet Han’ın ordusunun atlarının nalları altında ezilmesi; Kuzey Hristiyanlığının görkemli kalesi Ayasofya’da tekbir seslerinin duyulması; dün Müslümanların Mısır ve Şam diyarında haçlıların kılıçları karşısında havuç gibi doğranırken bugün kılıç, top ve donanmalarıyla Avrupa’nın göbeğine gelmeleri; rabbani değişim-dönüşüm yasası çerçevesinde mağlubun galip, toprakları işgal edilenlerin şimdi fatih olmaları, batılıların kalplerinde oluşan derin kızgınlık, kin ve nefret ile birleşince iyice alevlendi.
Etki-tepki psikolojik teorisine göre: Konstantinopolis’in fethi, elitlerden/seçkinlerden önce normal halkı, rahiplerden önce onların hizmetkârlarını daha çok etkileyecekti; çünkü bundan sonra doğudan gelenleri göğüsleme görevini onların yükleneceğini biliyorlardı.
Cevap/Tepki hızlı oldu; bilimsel direniş hareketi canlandı ve kıdemli araştırmacılar, ilim ve marifet yol ve kanallarını aramaya giriştiler, neticede aradıklarını yalnızca İslam şehirlerinde ve Müslüman âlim, düşünür ve filozofların kitaplarında buldular. Birçok kimse Arap dilini öğrenmek için çabaladı ve bu amaçla Mısır, Suriye, Irak ve Kuzey Afrika’daki büyük İslam şehirlerine heyetler gönderildi, eşsiz bir sabır, ceht ve gayret göstererek İslami ilim ve marifet adına ellerinin ulaşabildiği her şeyi aldılar.
Bu konuda motive edici iki ana unsur vardı: Sabah-akşam Osmanlı Müslümanlarını Avrupa’da bir şehri fethettiklerini ve oraya tevhit bayrağını diktiklerini gördüklerinde yenilenen derin nefret.. Katolik ortaçağ papalarının hurafelerinin hâkim olduğu Hristiyan Batı hayatının boşluk ve arızalarını tamir edecek kesin bir çözüm vesilesi bulma aşkı ve iştiyakı.[8]
Ve istedikleri oldu; Endülüs’te İslam’ın kalelerinden bir kale olan Gırnata, Ferdinand İsa Bella eliyle düştü. Bu Kral ve eşi, engizisyon mahkemeleri olarak bilinen tarihteki en çirkin soykırımlardan ve sürgünlerden birine imza attılar. Osmanlıların fethettikleri ülke halklarına karşı hoşgörü göstermelerine, varlıklarını tanımalarına ve gerekli hürriyeti sağlamalarına rağmen sanki Endülüslülerin şahsında onlardan intikam almaya çalışıyorlardı.[9]
Avrupalılar, Endülüs’te kıymeti ölçülemeyecek kadar maddi-manevi hazineler elde ettiler. Endülüs’ün felsefe, ilahiyat, hukuk, astronomi, tıp, geometri, sulama, tarım, sanat, yer ve deniz bilimleri, Avrupalıların – modern Rönesansları çerçevesinde – Hristiyan yaşamının dini, hukuki ve bilimsel reformlarının kaynaklarıydı. Daha sonra bütün alanlarda Avrupalı reformistler zuhur etmiştir ki bunlardan biri de Orta çağ düşüncesinin İslam hakkındaki düşünceleriyle dalga geçen, Haçlı savaşları düşüncesini reddeden ve Müslüman Türklere karşı dengeli bir tavır almaya çağıran Alman rahip Martin Luther’dir. Çünkü o, Osmanlıların, Hristiyanların hatalarından dolayı Cenabı Hakk’ın onlara göndermiş olduğu rabbânî ve adil bir ceza olduğunu düşünüyordu, ancak Müslüman Türk orduları Viyana’ya yaklaşınca İslam’a karşı eski taassubu geri döndü. Bu reformistlerden biri de Katoliklikten çıkıp kilisenin otoritesini tanımayan ve imanın ibadet ve ritüel çokluğuyla elde edilen bir şey değil, Cenabı Hak tarafından bahşedilen bir armağan olduğunu söyleyen Fransız rahip John Kalfın’dır. Bir diğeri de “Gaye vesile-i meşru kılar”, “Siyasette ahlaka yer yoktur” ve “Yönetimi elde etmeyi sağlıyorsa yalan aldatma ve öldürme meşru araçlardır” diyen İtalyan siyasetçi Niccolo Makyavel’dir.[10]
Batı uygarlığı, bu reformcu üst tabakanın ortaya çıkması ile birlikte, “Modern Çağlar” olarak adlandırılan ve himmetini güç, silah ve savaşa indirgeyen birinci Rönesans’tan araç ve yöntem bakımından tamamen farklı olan ikinci Rönesans’ına başlamıştı. Zira ikinci Rönesans’ta silah ve savaş, ilim ve marifetin gerisinde ikinci dereceden yardımcı unsurlar nazarıyla bakılmıştır.
Batı uygarlığının kartalı, İslam diyarı, Çin ve Hindistan’dan aldığı ilmi ve maddi yardımlar ile sırtına “Allah’ın seçkin halkı” eski İncil düşüncesi ve “Gaye vesileyi meşru kılar” derin makyavelist politika düşüncesini yüklenerek din ve siyaset kanatlarıyla altın ülkesi Amerika’ya uçtu. Bu iki düşünce ile birlikte yeni bir Batı egemenliği ve Avrupa köleliği çağı başladı. İlk Avrupalı muhacirler, vicdanlarının seslerini susturmayı başarmış ve milyonlarca Kızılderili’ye soykırım uygulamayı, ülkelerinde bulunan güzelliklerin üzerine konmayı, kültürlerini tamamen yok etmeyi meşru kılacak dini ve siyasi gerekçeleri bulmuşlardı. Eski Yahudiler, “Allah’ın Seçkin halkı” düşüncesini başkalarını yok etme gerekçesi olarak kullandıkları gibi, İspanyollar ve onlardan sonra gelen İngilizler de aynı düşünceyi kullanarak maddi ve manevi olarak diğerlerini yok etme ve sahip oldukları kaynakları tahrip etmede ahlaki ve dini bir gerekçe olarak kullanmışlardır.
Roger Garodi: “Bu ideoloji ve mit, kendilerini “sürgüne çıkan İncil’in İbranileri” olarak tanımlayan Amerika’ya göç etmiş Püritenler’de açıkça ortaya çıkmıştır” diyor. Onlar, Firavun’un (1. Jack) köleleştirmesinden kaçmayı başardılar. Kaçışları Mısır (İngiltere) toprağından yeni Kenan iline (Amerika) idi. Amerika topraklarını istila etmek için kızıl derilileri kovalarken kendilerini Joshua’ya, yaptıkları işi de Tevrat’ın “Kutsal katliam”ı ile eş olduğunu iddia ediyorlardı.[11]
Bunlar yeni kıtanın (Amerika’nın) halklarına bakıp kültür, uygarlık ve medeniyet adına hiç bir şeye sahip olmadıklarını, el, ayak ve bedenlerinin çıplak olduğunu gördüler. Allah’ın, kendi değer, kültür, ilim ve ahlakını diğer alt ırklara empoze etmeyi, onları yok etmeyi ve temizlemeyi veya Firavun’nun eski İbranilere yaptığı gibi “alt ırk”ı inşaat, tamir ve zor işlerde istihdam etmek suretiyle ülkede yeniden yerleştirme ve yapılandırmayı kendisine farz kıldığı eski “üstün ırk” düşüncesi yeniden hortladı.
Buna bağlı olarak “merkeziyet” kuruntusu ortaya çıktı ve bu suretle Avrupa, batılıların düşüncesine göre, evrenin merkezi ve her şeyin etrafında döndüğü eksen, en safi ve üstün ırk haline geldi. Bu asırdan itibaren Roger Garoudi’nin batı medeniyetinin üzerine bina edildiğini söylediği 3 temel ilke/kabul yerleşti:[12]
– Adam Smith’in insan ilişkileri tezi: “Her birimiz kendi özel menfaatleri için çalıştığında aynı zamanda kamu yararına katkıda bulunmuş olur.”
– Descartes’in Avrupalıları varlığın sahibi ve efendisi olarak gören varlıkla ilişki ilkesi.
– Faust’un gelecek ilişkileri hakkındaki ilkesi. Oyun/Tiyatro yazarı Marlowe Faust’un ilk ilkesi konusunda şunları yazmaktadır: “Ey insan, güçlü zihnin ve aklın sayesinde evrendeki her şeyin tanrısı, sahibi ve maliki ol”.
Batı medeniyetini, ortaya çıktığı andan bugüne kadar yaşanan çağ ve çevreye göre farklı ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal egemenlik şekiller alan bu üç ilke biçimlendirmiştir.
İlk turdan (Haçlı Seferleri) sonra Müslüman Doğu’yla ikinci tura hazırlanmak gerekiyordu. Sonuç olarak, İslam şehirlerinde seyahat eden, her dalda yazılmış kitapları toplayan, uzman âlimlerle buluşan, avam-havas herkesle görüşen, onların din, düşünce, ilim, sanat, şehirleri, gerek vatandaş ve gerek yöneticilerin karakterlerini yakından görüp öğrenen, sonra da bütün bunları düzenleyip tercüme ederek sömürgeci krallarına ve misyoner rahiplerine gönderen Arap dilini bir dereceye kadar iyi bilen Batılı entelektüel bir sınıf zuhur etmiş ve bu sınıf da müsteşriklerin öncüsü olmuştur.[13]
Batı, üç kollu (Oryantalizm, evanjelik/misyönerlik ve sömürgecilik) aldatma ekibi arasındaki sürekli işbirliği neticesinde, doğuya sızma, kuşatma, maddi, kültürel ve uygarlık kaynaklarını kontrol altına alma konusunda başarılı oldu. Oryantalizm, sömürgecilik (ben) için gerekçe teorilerini formüle eden, (ötekine) saldırmayı, malını-mülkünü talan etmeyi, medeniyet membalarını kurutmayı ahlaki, dini ve ekonomik bakımdan meşrulaştıran, bu atılımın öncülüğünü ana unsurdu. Bundan dolayı üstün ve alt ırklar teorisi, büyük güçlere küçük devletleri yeme hakkı veren “politik biyolojik teori” bilimsel şekliyle yeniden ortaya çıktı.[14]
Tarihte güçlünün, istek ve hayallerini gerçekleştirmeyi, zaafından başka bir günahı olmayan zayıfın sahip olduğu kaynakları talan etmeyi meşru kılacak kültürel, dini, siyasi veya ekonomik gerekçeleri olmayan bir savaş çok nadirdir.
Meşrulaştırıcılar, savaş araçlarından biridir, ihtiyaca göre bazen önde bazen de geride kalırlar. Tarihte akıl ve feraset her fatih ve savaşçı mutlaka kılıç, kalkan ve tanktan önce bunlara odaklanmıştır. Orduların bulunduğu her yerde gerekçe üreten meşrulaştırıcılar da olmuştur. Hatta ordular, esasen ego merkezli ve ötekini marjinalleştirme işini yapan meşrulaştırıcıların düşüncesi üzerine varlığını devam ettirirler.
Doğu-Batı arasındaki ilişki, yüzyıllar boyu dünyanın iki bölgesi arasındaki ilişkiye hükmeden bu iki meselenin dışına neredeyse çıkmamıştır. Voltaire’in “Eğer yeryüzünde yaşananları bilmek istersem, önce gözümü Batı’nın her şeyi ile borçlu olduğu tüm sanatların beşiği olan Doğu’ya yönlendirmeliyim”[15] meşhur sözüne rağmen, Batı’nın görüşü farklıydı ve bu görüşü ancak Batı medeniyetinin üzerinde yükseldiği üç temel ilkesi ile irtibatlandırdığımız zaman anlayabilirdik. Egemenlik ve kontrol sevdası, kişisel çıkar arayışı, beyaz ırkı yüceltme, Doğu’da potansiyel bir uyanış korkusu doğuyu Batının rakibi haline getiriyordu.. Ayrıca iki taraf arasındaki bütün yüzleşmelerde önemli bir temel olan din boyutu da vardı.. Bütün bunlar Batı’nın korku ve hırs arasında gelip gitmesine neden oluyordu: servet, nüfuz ve otorite kaynaklarından birini kaybetmesine sebebiyet verecek potansiyel bir doğulu uyanış/Rönesans korkusu; Cenab-ı Hakk’ın kendi topraklarında nasip etmediği yeraltı-üstü zenginlik kaynaklarına karşı hırs ve açgözlülük. Bu iki duygunun asıl dinamiği de dindi; her yatıştığında korku ateşini ve sönmeye yüz tuttuğunda hırs meşalesini yeniden alevlendiriyordu.
Batı’nın Doğu halkları ile etkileşim araç ve yöntemleri, Doğu halklarının farklılık ve Batı’nın Doğu halklarından herhangi birisinin kendisi için oluşturduğu tehlikeyi duyuşuna göre farklılık göstermekle birlikte sonuçta Batı medeniyetinin bütün doğuya bakışı aynıydı. Arnold Toynbee şöyle diyor: “Batılı olmayan halklar, ırk, din, dil ve uygarlık bakımından farklılık gösterirler, fakat hepsi bir noktada hemfikirdir. Bir Batılı bu toplumların Batı hakkında ne düşündüğünü sorsa, ister Rus, ister İslam, ister Hint, ister Çin isterse Japon halkı olsun herkes aynı cevabı verecektir: Batı, modern zamanların en büyük gaspçısıdır. Ve bu halkların her biri, bu sözü doğrulayacak deneyim ve kanıtlara sahiptirler.
Toynbee’nin bu sözü, kendi medeniyetinin yükselişini diğerinin düşüşünü en çirkin biçimde istismar eden üstten bakıcı ve dışlayıcı düşüncenin batı aklının diplerine kadar nasıl kök saldığını göstermektedir.
Batı, ötekine bakışını, kişisel menfaat, tam egemenlik, çirkin bencillik üzerine kurmuş ve bu bakış açısına göre diğer halklarla etkileşiminde 3 davranış tarzı benimsemiştir:
Birincisi: Tamamen Yok Etme:
Batı, karşılaştığı toplumlar kendisine karşı koyacak güçten yoksun veya varlığının kendisine bir faydası olmadığı zaman onları yok etmiş, kalanlarını da asimileye maruz bırakmıştır. “Yeni Dünya”nın halkları Kızılderililere yaptığı gibi.
İkincisi: Kısmi Yok Etme:
Bu davranışı da, direnecek uygarlık unsurlarına sahip olmayan halklarla karşı karşıya kaldığında ve kendi umimi ekonomik Rönesanslarının temellerini sağlamlaştırmak için onlara ihtiyaç duyduğunda sergiler. Bir kısmının kökünü kazırken diğer kısmını kendine çekip tarlasına ilhak eder, ona dilini, beyaz adamla diğer renkler arasındaki büyük engelleri koruyarak bazen de dinini telkin eder. Kara Afrika halklarıyla yaptığı gibi.
Üçüncüsü: Faydalanma ve Ehlileştirme:
Bu yöntemi ise geri kalmışlık ve zahiri zaafına rağmen potansiyel direnme ve karşı koyma kültürel dinamiklerine sahip ve imkânsız olduğundan yok edilmesi istenilmeyen halklar üzerinde uygulamıştır. Askeri mücadelenin yanı sıra, bu toplumlardan kültürel, düşünsel ve sosyal açılardan faydalanılması ve ehlileştirilmesi gerektiğini düşünmüştür. Genelde Asya milletleri, özelde ise Arap halklarına karşı bu yöntem uygulanmıştır.[16]
Asya-Arap Doğu toplumları, önem vermediği batının yeni sömürgeci saldırısı ve teknik ve medeniyet üstünlüğü şokuyla sarsılınca, ona karşı ancak onun sahip olduğu ilim, marifet ve medeniyete sahip olmakla karşı koyabileceğini ve savaşabileceğini anladı. Doğu halkları bu kanaate varınca, modern batı sömürgeciliği saldırısına karşı koyma yöntemleri kültürel, politik, sosyal ve dini koşul ve konjontüre göre farklılık arz etmiştir.
Örneğin, Japonlar (1853) yılında ABD Deniz Kuvvetlerinin sürpriz saldırısına uğradığında, Batı’nın saldırılarını önlemek için büyük bir askeri güç kurması gerektiğini fark ettiler. Bu amaca ulaşmak için, batıyla at başı yarışabilmek, hatta bazen onu geçebilmek için onun ürettiği modern ürünlerin hepsini üretmesi gerektiğini düşünüyordu.
Bununla birlikte, Japon seçkinleri, tam veya kısmi Batılılaşmanın getireceği sonucun savaş meydanlarında bir saatlik bir sabır ve direnişle önünün alınabileceği mağrur bir subayın topundan tüfeğinden daha ağır olacağını, bu top ve tüfeğin ne kadar uzarsa uzasın eninde sonunda yenik bir şekilde ülkeden çıkacağını idrak etmişlerdi. Dolayısıyla Batılılaşmayı tümüyle reddetmeleri ve belirledikleri hedefe ulaşmak için ideal bir yol bulmaları gerekiyordu. Geri kalmışlıklarının geçici bir durum, sahip oldukları asalet ve milli irade ile bu aşamayı atlatabileceklerine tam inandıkları için çağı yakalamanın ve batı saldırısını defetmenin en ideal yönteminin batılılaşma değil modernleşme olduğu kanaatine varmışlardı.. Çağın bütün veri ve ilimlerini kucaklayarak yerli modernleşmeyi ve öze dönüşü gerçekleştirmeyi planlıyorlardı. Modernleşme sürecini hızlandırmak için yorulmadan ve usanmadan çalışmaya koyuldular, heyetler gönderdiler, dışardan âlimler getirttiler, alet ve teknolojiyi tamamen yerli yapmak için çabaladılar. Batı teknolojisini ithal etmekle yetinmediler, çünkü ithal etmenin onları sadece Batı’nın gölgesi yapacağını biliyorlardı ve bunu tamimiyle reddettiler. Modernleşme 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar her yerde ve doğulu bir ülkenin tanıklık ettiği en yüksek oranlarda gerçekleşirken, Japonlar dinine, geleneklerine, göreneklerine ve aile hayatlarına bağlı kaldılar, üzerlerine kimono ve ayaklarına japon takunyası giydiler, palet üzerinde sopa ile yemek yediler, İmparatoru, kendisine yukarıdan bakmanın yasak olduğu bir tanrı olarak gördüler. Asırlarca Japon tiyatrosu aynı üslupla halk romanı ve hikâyelerini sundu, Japon kadını temel görevi çocuk yetiştirmek ve eğitmek olan klasik konumuna devam etti ve aile yapı ve değerlerini korumaya sürdürdü.[17] Modern sivil eğitimi, geleneksel ya da eski din eğitiminden ayrı düşünmediler; aksine toplum, bir tarafta Japonya’nın ihtiyaç duyduğu modern Batı bilimlerini alan, modernizemin öncüleri olan, yüksek mevkilere konan efendiler takımı; diğer tarafta da eskiyi ve statükoyu koruyan ve çağın ihtiyaç duymadığı işsiz muhafazakar hocalar takımı şeklinde iki ayrı sınıf oluşmasın diye bu iki yöntemi birleştirdiler ve bütün Japonlar görevlerini layıkıyla yapabilecekleri nicelik ve nitelik bakımından aynı eğitimden geçtiler.
Türkiye ise bir asır boyunca başarısız modernleşme denemesinden sonar en yüksek hızla batılılaşma sürecine girdi, aynen batılılar gibi Latin harfleriyle soldan sağa yazmaya başladı, hilafetin başkenti iken İslam libasını çıkardı, ezan ve Kuran Türkçe okunmaya başlandı, mescitler müzeye dönüştürüldü, takım elbise ve şapka kanunla zorunlu kılındı, Cuma yerine Pazar günü tatil edildi, evlilik ve boşanma hukuku Hristiyan batıda olduğu gibi yenilendi, kadın en geniş ve en çirkin bir şekilde özgürleştirildi, batıda büyük küçük ne varsa hepsi taklit edildi.. Bütün bunlara rağmen yine de cehalet, fakirlik, hastalık ve ümmîliğin kırıp geçirdiği geri kalmış bir devlet olarak kalmaya devam etti.
Türkiye tamamen batılılaştı, ruhu eriyip gitti, batının kültürel sosyal politik bombardımanı karşısında ruhi yenilgi yaşayan seçkinlerin kalplerinde asırlarca varlığını koruyan medeniyetin ışığı söndü. Medeniyet düşüncesinin derinliğine geçmeden toplumu, muzaffer ve işgalci batının örf, adet, anane, gelenek, zahiri davranış fenomenleri, görünen şekil ve biçimlerine göre yeniden dizayn etti.
Ancak Japonya ile Türkiye arasında mukayese yapmak, Türkiye için biraz zulüm ve haksızlık manasına gelecektir. Çünkü Türkiye’nin maruz kaldığı Saldırı, Japonya’nınkinden çok daha şiddetli ve çetindi. Batı, Fatih komutan Sultan Mehmet Han’ın asker ve atlarını, Avrupa şehirlerinin kaleleri üzerinde dalgalanan İslam bayraklarını, İslam ve İslam Peygamberi hakkındaki eski düşüncelerini, doğulu olarak gördükleri İslam ile batı Hristiyanlığı arasındaki uzun çatışmayı hiçbir zaman unutmadı. Korku ve nefret Avrupalıların üzerinde etkisini gösterdi ve çeşitli yöntem ve yollarla Türkiye’nin gerçek bir modernizasyon ve gerçek bir teknoloji sürecinden geçmesinin mutlaka engellenmesi gerektiğini düşündüler. Menfaatleri, ideolojileri ve rejimleri farklı olmasına rağmen bütün Batı, Türkiye’yi batının sönük bir gölgesi yaparak onu Avrupa’nın bir parçası haline geldiğini hissettirecek bir takım zahiri şekil ve biçimlerle oyalayıp durdular. Gerçekte ise bir kukla gibi ağaçtan bir ruh üzerine parlak bir elbise giymiş gibiydi.
Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye’de meydana gelen şeyin aynısını, 19 yüzyılın sonlarında Napolyon top ve matbaayla Mısır’da yapmaya kalkmıştı. Ancak plan Türkiye’de olduğu gibi tam manasıyla başarılı olamamıştı. Mısır asırlarca Avrupa’nın kafasını ağrıtan Hilafet Devleti Osmanlı büyüklüğünde değildi, bundan dolayı bütün bir Batı Haçlı Dünyası Mısır’a saldırmamıştı. Ayrıca Haçlı batı, Mısır’ın Fransa’nın hâkimiyeti altında kalması konusunda ittifak halinde değildi, İngiltere kendi menfaati, sömürgecilik emelleri ve Fransa ile klasik rekabetinden dolayı bunu engellemeye çalışıyordu. Diğer yandan Mısır’ın iç durumu, Türkler gibi Batı düşüncesini kabullenmeye hazır değildi. Mısır’ın Memluküler, Osmanlılar, Muhammed Ali ve genel halk gibi farklı güç ve oyunculardan oluşan yapısı, Türkiye gibi tamamen çökmesini engellemiştir.
Napolyon’un Mısır Seferi ve ardından Osmanlıların çıkması, Memluk devletinin sona ermesi, yönetimin Muhammed Ali ve halifelerine geçmesi, “Modern Mısır Devleti” olarak adlandırılan yeni bir fecrin doğması, buna bağlı olarak birçok yönetim ve idare alanında Batı metodunun takip edilmesi, Avrupa’ya bilimsel heyetlerin gönderilmesi, Mısır’ın binlerce muhacir Avrupalı ve Şamlıyı içinde barındırması, Ezher’in elinin kolunun bağlanması ve misyonunu yerine getiremeyecek bir pozisyona sokulması.. Bütün bunlar ve emsali şeyler bundan sonra Mısır ve Arap dünyasında hayatın farklı alanlarına giren batılılaşma düşüncesinin kabulü için kültürel ve sosyal bir hazırlık gibiydi.
Batılılaşma taraftarları, batılılaşma düşüncesini kabul ettirme yolunda dayandıkları en büyük aldatmaca ve argüman, modernleşme, gelişme ve şehirleşme gibi yaldızlı etiketler kullanmalarıydı. Özelde Arap genelde Müslüman aklını “İslam ve Arap uyanışı, tamamen Fransız seferi ile irtibatlı” olduğu ve “Fransız seferi olmasaydı uyanış olmazdı” düşüncesini zihinlerde yerleştirmeye, Fransız seferi öncesi zaman dilimini “tamamen ölü bir dönem” anlamında “gerileme çağları” terimi ile ifade etmeye çalışıyorlardı ve neredeyse kimsenin tartışmadığı bir gerçekmiş gibi algılanıyordu. Peki, gerçekten böyle miydi?
Allah’ın izniyle bir sonraki bölümde bu konuyu işlemeye çalışacağız.
Dr. Ali Ferid
KAYNAKÇA
[1] – Bkz. Qıssat el-Hadara (Medeniyetin Öyküsü), Vel-Durand, Arapçaya Çeviren: Muhammed Bedran, el-Üsra Kitapevi, Kahire, 2001, C: 11-12, M 6.
[2] – (2. El-Mütenebbi, Risale Fi et-Tariq İla Siqafetina (Kültür/Medeniyetimize Giden Yolda Bir Risale), Mahmud Muhammed Şakir, Dar el-Medeni/Cidde, Mektebe el-Hanci/Mısır, 1987, S: 35.)
[3] – el-İslam ve el-Mesihiyye (İslam ve Hristiyanlık), Alexey Jawravsky, Arapçaya Çeviren: Dr. Halef Muhammed el-Cerrad, Kontrol ve takdim eden: Mahmud Hamdi Zakzuk, Alem el-Marife, Kuveyt, 1996, S: 74-75)
[4] – Bkz. el-Hareke el-Salibiyye, Safha Müşriqa Fi Tarih el-Cihad el-Arabi Fi el-Usur el-Vusta (Haçlı Hareketi, Ortaçağlarda Arap Cihat Tarihinden Aydnlık Bir Sayfa), Dr. Said Abdulfettah Aşur, Mektebe el-Enclo el-Mısriyye, 1978, 3. Baskı, C: 1-2)
[5] – el-Mütenebbi, S: 38.
[6] – el-İstişrak ve Tağrib el-Akl et-Tarih el-Arabi (Oryantalizm ve Tarihi Arap Aklının Batılılaştırılması), Muhammed Yasin Arabi, Arap Kültürü Milli Kurumu Yayınları, Ribat, 1991, 1. Baskı, S: 145.
[7] – el-Mütenebbi, S: 40.
[8] – el-Mütenebbi, S: 44.
[9] – Qıssat el-Hadara, C. 12, S: 23.
[10] – El-İslam ve el-Mesihhiyye, S: 97.
[11] – Keyfe Sana’nâ el-Qarn el-Işrîn (20. Yüzyılı Nasıl İnşa Ettik), Roger Garodi, Arapçaya Çeviren: Leyla Hafız, Dar el-Şuruq, Kahire, 2001, 2. Baskı, S: 132.
[12] – el-İrhab el-Ğarbi, Roger Garoudi, Arapçaya Çeviren: Dalya el-Tuhî, Nahid Abdulhamid, Sami Mendur, Dar eş-Şuruq, Kahire, 2004, 1. Baskı, 1. Cilt, S: 135.
[13] – el-Mütenebbi, S: 48.
[14] – Bkz: Memleket el-Hayvan (Hayvan Krallığı), Cuvier, Makale Fi et-Tefavüt Beyne el-Uruq el-İnsaniyye (İnsan Irkları Arasında Farklılığa Dair Bir Makale), Gobineau, Uruq el-İnsan es-Sevda (Siyah İnsan Irkları, Robert Knox, Alqawanin en-Nefsiyye Li Tatawwur eş-Şuub (Halkların Gelişiminin Psikolojik Kanunları), Gustav Le Bon.
[15] – Bkz: el-Cüzûr eş-Şarqiyye Li el-Hadara el-Ğarbiyye (Batı Medniyetinin Şarklı Kökleri), John M. Hobson, Çeviren: Menal Qabil, Mektebet el-Üsra, Kahire, 2008, S: 23.
[16] – Ve Dehalet el-Khylu el-Ezher (Ve At Ezher’e girdi!), Muhammed Celal Kışık, ez-Zehra li el-İ’lam el-Arabi, Kahire, 1990, 3. Baskı, S: 19-20.
<[17] – Aynı eser, S: 12-22.