Uncategorized @tr

ÜMMETİ BÖLME PROJELERİ

Giriş

“İslam ümmeti”.. “Parçalanma”.. Derin bir bakışa ihtiyaç hissetmeden ilk bakışta aralarında zıtlık varmış gibi duran iki kavram. Ancak bu iki kavram, 20. Yüzyılın başlarında Osmanlı hilafetinin yıkılmasından bu yana geçen on yıllar boyunca fikri formülasyonlar bakımından birbirine yakınlaşmıştır. Farklı şekil ve tezahürleri ile birlikte ümmet içinde bölünme kavramı, Abbasi hilafetinin 2. Asrı, Endülüs’teki Mülûkü’t-Tavâif (Beylikler) dönemi ve sonraki dönemlerde olduğu gibi tamamen İslam milletleri içinde ve İslami bağlamda meydana gelen iç çekişmeler nedeniyle gündeme gelmiştir, ancak bunların hiçbirisi ümmet kavramını ortadan kaldıracak mahiyet ve güçte değildi. Çünkü İslam devletleri şekil ve temsil ettiği kişiler açısından farklı olsa da aynı referans bağlamlarında kalmışlardır. Bu kavram, 2. Abdulhamit’in bütün ıslah gayretlerine rağmen iç zayıflama ve erozyon yaşayan, sömürülmeye müsait duruma geldikten sonra topraklarına karşı gerçekleşen batı saldırısının ardından çöken Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde daha güçlü bir şekilde zuhur etmiştir. Böylece bölünme kavramı, bundan sonraki tüm zaman dilimlerinde- farklılıklar mahfuz – fikri ve siyasi düzeylerde hem batı hem de İslami düşünce sistemlerinde sürekli ve yoğun bir şekilde gündemde kalmıştır.

İki kavram arasındaki çelişkiye kısa bir göz attıktan sonra, araştırmacının, onları fikri ve tarihi bağlamlarına konuşlandırması gerekir. Bu şekilde bölme projelerini, sahipleri, gerçekleri, dayandığı esasları, içerikleri, müslümaların realitesini anlama gücü, müslümanların sahip oldukları fikri imkân/potansiyel ve metodolojik dinamikleri çerçevesinde bu projelerle yüzleşmedeki başarı derecesi gibi bakımlardan ele alıp incelemek mümkün olacaktır.  Diğer yandan da bu şekilde islami realiteyi sorgulama çabalarına, günün şartları çerçevesinde ümmete uygulanan bilinçsizleştirme sistematiğine, buna karşılık onu uyandırma ve bilinçlendirme etkenlerine de değinme imkanı doğacaktır. Bu projelerin realite zemininde tatbik imkanı bulmuş veya bulmamış olmasına bakmaksızın sunacağımızın göz önüne alınması gerektiğini belirtmek isteriz.

 

Bölme Projeleri ve Tarihsel Temeli:

Yirminci yüzyılın başlarındaki Müslüman ümmetinin çöküşü bir anda gerçekleşmiş değildir. Zayıflama ve gerilemesine neden olan etkenlerin toplamının yol açtığı bir sonuçtur. Avusturya imparatoriçesi Maria Teresa’inin konu hakkında söyledikleri o zamanki tabloyu ve Osmanlı’nın şahsında İslam ümmetinin maruz kaldığı zafiyeti özetler gibidir: “Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi en tehlikeli Avrupa projelerinden biri olacak ve ciddi sonuçlar doğuracaktır”.[1] Nitekim, sonuçlar İslami açıdan Avusturya İmparatoriçesinin beklediğinden daha kötü olmuştur. Bu çerçevede dikkatimizi çeken şey, Batının ümmeti bölme projelerinin uzun bir zaman almasına ve bir çoğunun başarısız olmasına  rağmen bu hedeflerini gerçekleştirmek için sabır azim ve kararlılık  göstermesidir. [2]

Bu bağlamda Batı zihniyetinde ortaya çıktığı andan bu yana bölünme projelerinden bazılarını arz edelim:

İlk olarak, Batılı siyasetçilerin bölme projeleri üzerine düşünmeye başlaması, İngiliz ve Fransız egemenliğinin dünya siyasetinde hâkim olduğu 18. Yüzyılın sonlarına ve 19. Yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. Bu bağlamda, Fransa’nın 1830’da Cezayir’i işgal etmesi, 1881’de Tunus’u koruması altına alması, İngiltere’nin 1839’da Aden’i, 1879’da Kıbrıs’ı, 1882’de Mısır’ı ve 1899’da Sudan’ı[3] işgali bölme projelerinin merkezinde yer almıştır. Aslında Osmanlı İmparatorluğunun başlangıcından itibaren İslam dünyasını bölme projesi üzerine düşünceler yürütülüyordu.

Romanyalı Bakan Djovara[4] tarafından yazılan (Türkiye’nin bölünmesi için 100 proje) adlı kitabı da bunu kanıtlamaktadır. Kitabın, altı yüzyılı aşan zaman dilimine yayılan bu projeleri anlatma tarzı okuyucuya ilk bakışta abartılı   gelebilir. Bundan dolayı da bazıları bu tasvirin yerinde olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: “İnsan ’100 proje’ sözünü duyduğu zaman bunun ilk bakışta abartılı bir ifade olduğu veya projelerin çokluğunu simgelediğini düşünmektedir. Fakat okumaya başlar başlamaz bu konuda ne kadar plan ve proje üretildiğinin farkına varacak ve MS 1281 ila 1913 yılları arasında yaklaşık altı yüzyılı kaplayan gerçekten 100 proje olduğunu görecektir. Bu konuda daha başka bir sürü projenin de olduğunda şüphe yoktur.[5] Djovara, kitabında anlattığı 100 projenin amacını şu sözleri ile ifade ediyor: ” peş peşe Altı yüzyıl boyunca, Hıristiyan halklar Osmanlı İmparatorluğu’na saldırıyorlardı. Bakanlar, siyasetçiler ve kalem erbabı bu Saltanatın bölüştürülmesi için projeler hazırlıyordu”.[6] Şüphesiz Osmanlıyı hedef almaları İslam dünyasının temsilcisi olması sebebiyle idi.

İkinci olarak: 1905’te İngiliz Muhafazakâr Partisi tarafından yapılan çağrı üzerine Londra Konferansı toplantıları başladı ve 1907 yılına kadar devam etti. Bu toplantılar neticesinde daha sonra o zamanki İngiltere Başbakanı Henry Campbell Bannerman’e nispet edilecek olan gizli bir   belgenin ortaya çıkmasına neden oldu. Gerçekte Londra Konferansı, Batı medeniyetini ve kazanımlarını korumanın ve dünyayı sürekli egemenliği altında tutmanın dinamiklerini içeren bir İngiliz vizyonudur. Konferansın temel başlıklardan biri, Batı sisteminin uygarlık durumu, İslam sistemi ile çatışma anları, bu iki sistem bağlamında dönüşümlerin metedolojisi, sözkonusu belgede İslam coğrafyasını kastedilerek “3. Alan” olarak adlandırılan bölgeyi istismar ederek batı medeniyetinin yapısını korumayı garantileyen durumlardan bahseden bilimsel çalışmalardır.[7] Konferans ve belgeleri, bu ülkeleri bölmenin ve Yahudileri Filistin’e yerleştirmenin ve orada devlet kuracaklarının ön habercisi mahiyetindedir.

Üçüncü olarak: bu aşamayı, kötü bir üne sahip olan Sykes-Picot Antlaşması takip etti.  Bu anlaşma yirminci yüzyılda ümmetin bölünmesi projelerinin en güçlü halkasını oluşturmuştur; Antlaşmanın maddeleri Osmanlı hilafetinin yıkılmasından sonra İslam ülkelerini bölme projesinin teorik ve entelektüel temelini oluşturmuştur. 16 Mayıs 1916’da İngiliz Mark Sykes ile Fransız George Pico arasında varılan anlaşma gereği Şam ve Irak toprakları, Anadolu’nun bir bölümü, İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılmış, ayrıca İstanbul şehri, İstanbul ve Çanakkale boğazları Ruslara verilerek karşılığında bu taksimata destek vermesi garanti altına alınmıştır. Sözleşme tam anlamıyla uygulanmasa da, İngilizlerin Irak’ı ve Fransa’nın Şam Beldelerini[8] işgal etmesinden sonra gerçekleşen bölünme projesinin iyi bir zeminini oluşturdu ve bu aşamada İslam ümmetini bölüp parçalama büyük batılı devletler için büyük bir stratejik hedef haline geldi ve nihayetinde 2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri bakanı Arthur Balfour’un vaadi üzerine Filistin toprakları üzerinde Siyonist bir yapının kurulmasının önü açıldı.

Bölme projeleri: Süreklilik ve Emilim:

Teorik olarak formüle edilmesinin ardından pratiğe dökülen bölme projeleri, Müslümanların bilinç sistemi için bir uyarı oluşturmadı, aksine bölünme ve batı ülkelerinin daha sonraki karar ve politikaları bağlamında kararlaştırılan ve kendisine yöneltilen ülke olgusunun kabulüne katkıda bulunan bilinçaltının oluşumuna neden olmuştur. Bu ülke olgusu, iki tehlikeli düzeyde genişlemeye başlamıştır.

Birinci Seviye: Coğrafi bakımdan: Çünkü yapay sınırlar çizilmiş ve devletler arasında kriz anlarında tehdit unsuru olacak temas noktaları konulmuştur. Zira bu ülkeler, siyasi, kültürel ve jeopolitik bir kritere göre değil, Müslüman dünyaya egemen olan, halkları ve topraklarını bölüşen ve sınırlarını çizen Batılı güç dengelerine göre oluşturulmuştur.[9]

İkinci seviye: Düşünce ve metodoloji bakımından: Bu aşamada, ümmet gençlerinin akıllarını onun kurucu referans çerçevesinin dışında ve Müslüman ümmetin tarihinden uzak bir şekilde akıllarını şekillendiren çok sayıda fikir ve kavram, İslami zemin ve çevrenin dışındaki farklı zemin ve çevrelerden pompalanmıştır. Müslümanları zihnini yeniden şekillendirme çağrıları olsa da, bunlar genellikle ferdi çabalardır ve bölünme sonrası en az 3 asır devam eden batıcı siyasi sahanın genel gidişatına asla tesir etmemiştir. Aksine, bu ortamın meşruluğunu ve doğruluğunu iddia eden teoriler ile bu manzarayı kavramaya çalışan bir takım zihni ve fikri bağlamlar oluşmuş, ancak İslam hukuk metinlerine rol biçme ve kötü bir tatbikten öteye geçememiştir.

Bu etkileşimlerin ortasında ilk şeklinden farklı ümmet için yeni bir harita çizen bölme projeleri ortaya çıkmıştır. Bu da bir yandan batılı düşünür ve siyasetçilerin ümmet ve bileşenleri hakkındaki düşüncelerinde ne kadar kararlılık ve sebat gösterdiğini, diğer yandan da İslam ümmetinin fikri ve kültürel bakımdan komada olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda dikkat çeken husus, söz konusu projelerin fikir, araştırma ve derinlemesine çalışmaların merkezleri olan ortak çabaların ürünü olması ve arkalarında çeşitli biçim ve tezahürleri ile devlet kurumlarının bulunmasıdır.

 

Derin araştırmaların ortak olarak yapıldığı

Aşağıda zaten parçalanmış Müslüman ümmetini daha fazla bölenlerine ayırmak için üretilen  yeni haritalar sunan en önemli bölme projelerini sunacağız:

Birincisi: 1982 Oded Yennon Planı: Kivunim belgesi olarak da anılır. Planın yayınlandığı derginin adıdır. Plan, İngilizce olarak İsrail Shahak tarafından yayınlanmıştır. Yazarı, dış politika ve istihbarat uzmanı ve eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un danışmanı Oded Yennon’dur. Likud Partisinin Ortadoğu’daki çatışmanın niteliğine ve Arap bölgesinin gelecekteki haritasına dair düşünce ve algılarının bir koleksiyonudur. Söz konusu plan, geçen yüzyılın seksenlerinde Yahudi devleti politikacı ve karar alıcıları için bir yol haritası haline gelmiştir. Parçanın tekrar parçalanması ve bölünmüşün yeniden bölünmesi mahiyetinde bir plandır. Planın özeti: Arap devletleri sosyal, mezhep ve etnik açıdan heterojen ülkelerdir. Bu nedenle Amazik ve Kürtler gibi Arapların dışındaki ulusların bölücü mezhepsel ve etnik eğilimleri güçlendirilmeli ve Şii-Sünni çatışması tetiklenmelidir. Plan Irak’tan başlanarak Suriye ve Arap Yarımadası boyunca Mısır, Sudan ve Kuzey Afrika’ya ulaşmalıdır.[10]

İkincisi: Bernard Lewis’in haritaları: Zbigniew Brzezinski’nin 1980’deki İran-Irak savaşının başlamasından hemen sonra yaptığı açıklamaya karşılık olarak ortaya çıkmıştır. ABD’nin Sykes-Picot sınırlarını düzeltebileceği başka bir Körfez savaşını nasıl canlandırdığı konusundaki düşüncelerini içermektedir. Bu bağlamda, Bernard Lewis ve ABD Savunma Bakanlığı arasında koordinasyon sağlanarak İslami manzumeyi çözecek ve etnik, dini, mezhebi kanton ve devletçiklere ayıracak haritalar üzerinde çalışılmıştır. 1983’te ABD Kongresi, gizli bir oturumda Bernard Lewis projesini oybirliği ile onayladı.[11] Bernard Lewis 1992 yılında, siyasi bir yapı olarak “Arap Dünyasının Ölümü” felsefesini benimseyerek projesini güçlendirdi, Arap dünyası yerine “Orta Doğu” terimini kullanmayı önerdi ve bunu Arap siyasi yapısının parçalanmasına atıfta bulunan bir dizi makalede detaylı bir şekilde ele aldı.[12] Söz konusu makalelerdeki en belirgin düşüncelerinden iki tanesi şunlardır: Birincisi, Önerdiği haritalar, sadece bölgeyi bölmekle kalmıyor aynı zamanda dokuz savaşın ateşlenmesini de planlıyor. İkincisi, stratejik hedef vizyonu olarak, petrolü ABD dışında tek bir gücün kontrol etmemesi ve Orta Doğu’nun büyüyüp gelişmesinin her zaman dış güçlere bağımlı kalmasıdır.[13]

Üçüncüsü: Orta Doğu ile ilgili Projeler: Arap bölgesinin mevcut durumunu tamamen değiştirip yeni bir siyasi çerçeve içinde yeniden şekillendirmeyi hedefleyen stratejik vizyon. Bu projeler, fikri yapıları itibariyle zaman içinde gelişmeler kaydetmiş ve içerik ve şekilleri bakımından birbirine yakın kavram ve terimler öne sürülmüştür. Örneğin: Yeni Orta Doğu, Yeni Dünya Düzeni, Büyük Orta Doğu. Şimon Perez, “Yeni Orta Doğu” adlı kitabıyla bu projeyi ilk olarak somut bir şekilde işleyen kişidir. Kitapta, ortak bir Pazar kurup İsrail’i ekonomik ve siyasi olarak bu pazarın bir parçası yapma düşüncesini paylaşmıştır. Söz konusu kitapta yer alan cümlelerden biri şu şekilde: “işçi partisi hükümetinin ilk yılı boyunca, ekonomik işbirliği temelli Avrupa planından sonra yeni bir Ortadoğu için özel bir program hazırladık, bunu istikrar sağlanıncaya kadar sürekli siyasi bir anlayış izledi”.[14] Mart 1995’te yayınlanan üç aylık “Orta Doğu” dergisine verdiği röportajda Şimon Peres, Arap Birliği’nin Ortadoğu Birliği’ne dönüşmesi gerektiğini söyledi.[15]

Bu vizyon ve konsept, sonraları daha olgun bir bağlamda kullanıldı. 2006 yılında ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Lübnan’dan Filistin’e, oradan Suriye, Irak, Basra Körfezi, İran ve Afganistan sınırlarına varan bölgede “yaratıcı kaos” denilen bağlamda istikrarsızlığın, kaosun ve şiddetin hakim olduğu siyasi bir proje haline getirmiştir. Condoleezza Rice Lübnan’a yönelik Siyonist saldırıların ardından düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Burada gördüğümüz bir yönüyle Yeni bir Ortadoğu’nun ortaya çıkışının, acılı ve sancılı doğuşunun somut emareleri. Dolayısıyla yaptığımız her şeyin eskiye bir dönüş yerine yeni bir Ortadoğu’ya doğru ilerlemek olması gerektiğinden emin olmamız gerekmektedir.”[16]

Dördüncüsü: Kan Sınırlarının Haritası: Haziran 2006’da ABD silahlı kuvvetler dergisinde emekli Amerikalı general Ralph Peters tarafından “Orta Doğu nasıl daha iyi görünür?” başlıklı bir proje yayınlandı. Bu makale, Siyonist Bernard Lewis’in İslam dünyasını bölme projesinin modern bir versiyonudur. Peters, Büyük Orta Doğu’daki sınırların, doğal bağlantılar olarak nitelediği kan ve dini bağlarla uyumlu olacak şekilde değiştirilmesi gerektiğine inanıyor. Avrupalıların Sykes-Picot anlaşması çerçevesinde çizdikleri sınırları şiddetle eleştiriyor ve sınırların mevcut haliyle büyük hatalar içerdiğini iddia ediyor. Ortadoğu bölgesi,  dışarıya ihraç ettiği terörist fazlası ve düşük enerjisi ile, hali hazırda  bünyesinde çarpıklıklar taşımaktadır.  bu bölge, inancını tehdit edecek şekilde en kötü ulusal duyguyu taşıması ve en bozuk dinsel hissi benimsemesi itibariyle gittikçe kötüleşen bir bölge vaat ediyor. Bu da ABD’nin, müttefiklerini ve silahlı kuvvetlerinin hiç de azımsanmayacak miktarda krizlerle karşılaşacağı anlamına geliyor. Bu krizlerin üstesinden gelmek için Ortadoğu ülkelerini parçalamanın, özellikle Kürtler olmak üzere azınlıkları istihdam etmenin önemini vurgulamış ve Irak, İran, Basra Körfezi ve Yemen’i bölmek için birçok öneri sunmuştur.[17]

Bölme Projelerinin Cazibesi ve Yollarının Geliştirilmesi:

  1. Yüzyılın ortalarından beri İslam dünyasına yönelik genel Batılı strateji, daha kolay kontrol imkanı sunması nedeniyle Arap ve İslam dünyasının farklı etnik ve dini devletlere bölünmesi gerektiği inancına dayanmaktadır. İsrail devleti de bu hedefe ulaşmak için bölgenin kalbinde yerleştirilmiştir. Zira az-çok birlik ve beraberliğe sahip bir Arap dünyası, stratejik, ekonomik ve askeri bir güç demektir ve Batının sömürgeci hırs ve amaçlarına engel olacağı anlamına gelir.[18] Bölme projeleri ilk tarihsel bağlamlarında yaşanmış bir gerçeklik ise, çağdaş türevleri, daha etkili ve tehlikeli bir biçimde o projelerin sonuçları üzerinde durmaktadırlar. Zira çağdaş bölme projeleri üç aşamalı bir gelişim süreci arz etmektedir:[19]

 

Birinci Aşama: 2001 -2006 zaman dilimleri arasında federal yönetim projelerinin pazarlanması ve toplumsal güçlerin desteklenmesi yoluyla Bölme düşüncesini destekleme aşmasıdır. Bu da Batı stratejisinin Arap bölgesi ile ilişkilerde iki esasa yoğunlaştığı dönemle paralel olarak ortaya çıkmıştır. 1. Esas: Etnik, dini ya da mezhepsel azınlıkların güçlendirilmesi. 2. Esas: Amaçları ve hedefleri açısından Amerikan bakış açısına göre demokrasiyi destekleme. Bu, gerçeklerle alakası olmayan bir sürü boş iddiadan başka bir şey değildir. Bu bağlamda, BM’de Eski Arap Birliği yüksek komiseri Clovis Masoud’un söylediği bir konu akıllara geliyor;  Nitekim bu zat eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’a “Neden Arap ülkelerinde demokrasinin yaygınlaşması için uğraşmıyorsunuz?” şeklinde bir soru yöneltince Kissinger alaycı bir Çin tarzı gülümseme ile şöyle yanıt verir: “Biz bu kadar aptal mıyız? Demokrasiyi petrol zengini Arap ülkelerinde neden yayalım ki? Bizler zaten askeri darbeler yoluyla, halklarını demir yumrukla kontrol eden, emir ve taleplerimizi tam olarak yerine getiren Arap yöneticiler atayabiliyoruz”.[20]

İkinci Aşama: Batılı resmi kurumlar ile siyasi ayrılık ve idari otonom istemeye başlayan radikal gruplar arasında işbirliğinin ortaya çıktığı 2007 ve 2010 yılları arasında birçok batılı araştırma merkezinin siyasi ayrılık ve özerklik isteyen radikal muhalifleri destekleme çağrısı. Bu olgu bazı Batılı araştırmacıları, Doğu Arap haritasını etnik ve mezhep temeline dayalı olarak yeniden çizmek için cesur teklifler hazırlamaya teşvik etmiştir.

Üçüncü Aşama: 2011-2013 yıllarında devam eden halk devrimleri çerçevesinde bir devletin sınırları içinde parçalama kavramının ortaya çıkışı. Bu bağlamda birçok Batılı araştırma merkezi, federal yapıların kurulması veya devlet içindeki toplumsal güçlerin parçalama denklemine göre yeniden şekillendirilmesi ve dizayn edilmesi çağrısı yapan yeni tezler benimsemişlerdir.

İslam ümmetinin siyasi boyutundaki gerçekliği göz önüne alındığında, Batının, bölge devletlerini bölme ve parçalamaya teşvik etmekte kullanabileceği en önemli hususları şu şekilde sıralayabiliriz:

Birincisi: Ulus devlet: Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ve İslam ülkelerinde sömürgelerin ortaya çıkmasından sonra ümmet içerisinde bu tür siyasi oluşumlar, batıdaki birleştirici etkisinin aksine bizim dünyamızda bölücü ve parçalayıcı bir işlev görmüştür. İslami bağlamda ulus-devlete, kendi içinde, bölgesel ilişkiler boyutlarında derin problemleri barındırması rolü biçilmiştir. Çünkü İslam dünyasında ulus-devlet, egemenlik ve sınırlar gibi etkenlerden dolayı yakın coğrafyasındaki yapılarla elleyip kopuşa yönlendirmektedir.[21]

Nitekim egemenlik ve sınırlara aşırı bağlılık da yapıyı zayıflatacak hastalıklı bir durma yol açtığı gibi kendisine en yakın durumdaki yapılarla ilişkilerini de zayıflatır.  Bu da, doğal olarak tek bir devletin bileşenleri çatışmasına yol açar. Bunun somut kanıtları sayılamayacak kadar çoktur. İslam dünyasındaki ulus-devlet modeli, başından beri bölme ve parçalama emareleri taşımıştır.

Buna göre, gerçekte ulus-devlet kavramı, ümmeti birleştiren “Müslüman ümmeti” kavramına aykırı ve bu anlamda ümmeti bölen etkenlerden birini teşkil etmektedir. Dr. Seyfeddin Abdul Fettah’a göre bunun nedeni, ümmetin parçalanması, sadece coğrafi çoğulculuğa değil aynı zamanda vizyon ve farklı entelektüel bağlamlar ile kamufle edilen bağımlı gelişim modelleri açısından da fikir ayrılıklarına itmiş olmasıdır. Bu duruma aynı zamanda büyük oranda parçalanmışlık, bağımlılık ve geri kalmışlığın egemen olduğu bir olaylar ve sistemler dünyası eşlik etmiştir. Bu olgu da vizyon, politika, ilişkiler ve kurumlar açısından bütünleştirici ve birleştirici yaklaşımları zayıflatma işlevi görmüş ve diğer bölme, parçalama ve dağıtma projelerinin edilgen nesnesi haline getirmiştir.[22]

İkincisi: Sistematik ve entelektüel dengesizlikler: Bu mevzu nesnel olarak ulus devletin sorunlarıyla iç içe geçebiliyor. Şüphesiz ümmeti birleştiren unsurlardan sapmak, bölünme ve parçalanmaya götürüyor. bu meseleyi iki bağlamda açkıca görmek mümkündür:

Birinci bağlam: İnançla ilgilidir. Milletleri yıkım ve felakete sürükleyen saiklerin temelinde, Allah’a İman ve onunla irtibatları ile ilgili olarak inançlarında meydana gelen ve sapmalara yol açan arızalardır.[23] Bütün biçim ve tezahürleri ile ümmet, bugün, saptıran yöntemler ve dengesiz arzular arasında savrulup durmaktadır.[24]

İkinci bağlam: Düşünce ile ilgilidir: Şüphesiz inanç bazındaki bozukluk fikri sistematiğine de olumsuz olarak yansımaktadır. Zira algıda bozukluk, düşüncede geriliği ve birleştirici bağda çözülmeyi meydana getirir. Böylece ümmet ulusçuluk, milliyetçilik, bölgecilik, mezhepçilik, batıcılık vb. çarpık bayraklar altında kendini bölüp parçalayan unsurlara yönelir. Saydığımız hususlar günümüzdeki gerçekliğimizden çok uzak değil: Modern bölme ve parçalama kanıtları güçlü bir şekilde bugün de mevcuttur. Güney Sudan’da gerçekleşen ayrılık, Kuzey Irak’ta Kürtlerin ayrılma çağrısı, Yemen’in güneyindeki hareketlilik, Libya’nın doğu ve batısında, Fas’ın batı sahrasında ve diğer yerlerde meydana gelen karışıklıklar örnek gösterilebilir.

Üçüncüsü: Bağımlılığa elverişli olmanın yol açtığı parçalanmaya elverişlilik. Bu bağlamda ümmeti parçalama projeleri olarak adlandırılan projeler ortaya çıkmaktadır. Eğer bölme projeleri ümmetin dış bağlamında gerçekleşiyorsa, parçalama projeleri de iç bağlamda iş görmektedir. Bu etki de zorunlu olarak birleştirici ümmet bilinci olmadığı zaman ortaya çıkmaktadır. İslam ümmeti, genel olarak kendini dini, kültürel, etnik ve mezhepsel çeşitliliğin beşiği olarak görmüş ve bilmiş, bu çeşitliliği bileşenleri arasında bir çatışma unsuruna dönüştürmemiş, bu şekilde homojen ve uyumlu bir bağlamda kendi iç dinamik ve bileşenlerini korumayı başarmıştır. Ancak parçalanmaya elverişlilik etkeni, onun bu özelliğini yok etmiştir. Sömürgeci güçler Müslüman kişiliğinde yatan potansiyel niteliklere bakarak onların aşındırmaya hatta bir kusurmuş gibi göstermeye sebep olarak göstermiştir. Bu da Müslüman topluma, batı modeline bağımlılığa yol açacak yeni bir düşünce modeli pazarlamış ve Batı modelini Müslümanların nazarında, kökleşmiş olan krizlerden kurtulmaya yarayacak yegane bir model haline getirmiştir. . Malik b. Nebi’nin nitelediği gibi, sömürgeci, ahlaksızlığın yayılması ve her türlü zevk kabiliyetimizin bozulması için bizden tembel, işsiz, cahil ve dejenere olmamızı istiyorlar. Onun ifadesiyle “Bu durumda problem ve hastalık ikiye katlanmış olur. Dışardan bize musallat olan sömürgecinin hastalığını her hissettiğimizde, iç bünyemizde bu harici hastalığa davetiye çıkaran bir iç hastalık görürüz”.[25]

 

Dördüncüsü: Yönetici Elitler ve beylikler: Müsteşar el-Bişri’ye göre, İslam ümmetinin, bütün bileşenleri ile beraber, bugünkü gerçek sınavı, sürekli üzerine çöreklenen batı sömürgesi olmadığı gibi,  siyasi, sosyal, fikri dini veya milli akımlar olarak ayrışması da değildir, aksine onun sınavı hükümet ile halklar veya devlet ile ümmet arası ilişkilerdeki çatlaktadır. Bu çatlağın sebebi, siyasi sistemlerin içinin boşaltılarak yönettikleri topluluğu  korumaları,  alt bileşenler arasında denge kurmaları ve dış tahditleri bertaraf etmeleri gerekli iken, bunun yerine misyonu devlet kurumlarını kullanarak büyük devletlere siyasi ve ekonomik bağımlılık politikaları daha da sağlamlaştıran siyasi lider ve seçkinler yetiştirmeleridir.[26]

 

dolayısıyla yöneten siyasi elitlerin sebep olduğu en tehlikeli sonuç, devletin topluluklara karşı siyasal ve kültürel olarak yabancılaşmasıdır. Bunlar, İslam toplumunun kültür ve medeniyet özelliklerinden uzaklaşmış bir kültürel ve siyasal sınıf yaratmada rol oynamıştır. Bu da siyasi iktidar ile İslam medeniyetine spontane ve doğal bir şekilde irtibatlı olan toplumun fertleri arasında kaçınılmaz bir ayrışmaya yol açmıştır. Aynı zamanda, bu siyasi iktidar kendi kişisel, siyasi ve ekonomik taleplerini devlete ve politik sisteme egemen kılmıştır. Bu da doğal olarak devletin sosyal yapısında bir ayrışma durumu meydana getirmiştir.[27] Bundan sonra iç bünyede ayrılma; dış boyutta ise bölme projelerinin ortaya çıkması hiç de garipsenecek bir durum değildir. Çünkü bu devletler, Dr. Ebu Ya’rub El-Marzuki’nin dediği gibi, bünyelerinde “Batının Arap rezervlerinin  kendiliğinden parçalanmaya elverişli olması” nitelemesine uygun düşmektedirler.    bunlar sömürgecilerin, stratejik dehayla kendi yerine birinci sömürgenin külfetini karşılasın ve ikinci sömürgede kendine vekalet eden unsurları korusun diye hazırladığı beylikler mantalitesi üzerine kurulmuştur.[28]

Ümmet ve Bölme: Öneleme ve Engelleme Dinamikleri

Kuran’daki ifade bağlamlarına baktığımızda, İslami boyutuyla ümmet kavramının, beş çeşit anlam taşıdığını görürüz. Bunlar: Cemaat, din, süre, arksından gidilen önder ve sınıf.[29] manaları ve anlam bileşenlerinin çeşitliliğine ve Kuran’da farklı anlam düzeylerinde işlenmekle birlikte, Ümmet kavramının geçtiği kontekstlerde egemen olan ve bu anlamları birleştiren ortak nokta kâinat ve varlık düzeyindeki bütüncül seviyedir. Bu anlam Ümmet cemaatine bakan yönüyle ilahi iradenin ihtiyari boyutuyla ana maksat sayılmaktadır. Bu mana, içinde, cem’ unsuru, birlik unsuru ve amaç unsuru olmak üzere üç unsuru barınmaktadır.[30] Kurandaki bağlamlar bunların üçünü bir arada tutmaktadır. Bunun örnekleri çok olmakla birlikte aşağıdaki birkaç ayeti konuya örnek göstermek mümkündür:

(İşte böylece biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun.) (Bakara: 143).

(Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önleyen bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felâhı bulanlar bunlar olacaklardır.) (Al-i İmran: 104).

(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: çünkü İyiliği yayar, kötülüğü önler ve Allah’a inanırsınız. (Al-i İmran: 110)

Kur’an bağlamlarında “ümmet” kavramının, özellikleri kalın çizgilerle belirtilmeyen “cemaat” anlamında kullanılması, bizi bunun hikmetini merak etmeye itmektedir. Bu konuda ortaya atılan tahlillerden bizim de katıldığımız görüşe göre, Ümmet cemaati, dinden hareket ederek kuşatıcı bir seyir izler ve medeniyete doğru bir yol çizer. Bu cemaat din ekseni etrafında kristalleştir, büyür ve aşamalı olarak genişleyerek bünyesine kabile ve halkları alır. Daha sonra da İslam birliği çerçevesi içinde en geniş insani daireye kadar uzanır. Bunu yaparken de düşünce bazında İslam’a ters düşmediği sürece diğer aidiyetleri yok etmez.[31]

Bu tespit sadece teorik çerçeve ile sınırlı değildir. Nitekim bu ümmetin tarihi realitesi de bunu tasdik etmektedir. Bu da başka  ümmetlerde olmayan bu ümmete has bir özelliktir. Bu olgu ümmetin bileşenlerinden birini oluşturan “öteki” ile ilişkisinde ortaya çıkar. Zira onun  inanç, düşünce, hatta sosyal farklılığına rağmen  hakları hiçbir şekilde çiğnenmediği gibi, inanç ve dinde de herhangi bir zorlama ile karşılaşmaz. Bu şekilde İslam ümmeti, söz konusu değerler vasıtasıyla tezatlık ve çatışma ortamı oluşturmadan ahenk içinde çeşitlilik değerlerini aksettirmeyi başarır, ölçülebilir ve iktibas edilebilir bir model ortaya koyar.

Bu itibarla, ümmet-cemaatinin, parçalama ve bölme projelerine teslim olma düşüncesini bertaraf eden en önemli hususiyeti, başka milletlerde olmayan ve onu bir cazibe veya ağırlık merkezi haline getiren, iç ünitelerini, özelliklerini eritip kaybettirmeden, birbirine bağlayan çekim ve kuşatma kapasitesine sahip olmasıdır. Ayrıca ümmet kendi çerçevesinin dışından grupları da kendine çeker ve farklı renk ve kökenli ırk ve halkların buluşma alanı haline gelir. Farklı element bileşenlerini, peş peşe yaydığı ışık ve çekim dalgalarıyla, kendisine doğru çekerek, hiçbir özelliklerini kaybettirmeden birleştirici bir potada eritir[32].

Ümmetin ikinci versiyonunu gerek tarihi boyutu gerekse çağdaş gerçekliği açısından kendisiyle irtibatlı olan motive edici ve yol gösterici unsurları ile birlikte ortaya çıkarmanın şartı ümmetin ilk versiyonunda (asr-ı saadet) bulunan oluşum dinamiklerine haiz bir metodolojik düzenleyicinin bulunmasıdır.

bu düzenleyici şu başlıklarla  özetleyebiliriz:

İlk olarak: Metodolojik dinamikler: İslam ümmeti, bu Kur’an’ın söylemi aracılığı ile kurulmuş, ilhamı onun sözleri ile başlamış, kültür ve medeniyeti bu kitap vasıtasıyla yayılmıştır. Onun ebedi mucizesi kitabıdır. Ümmetin ismet vasfı ve dalalet üzerinde ittifak etmemesi kitabın değerlerine bağlı kalmasından kaynaklanmaktadır.[33] Ümmet onunla varolma dinamiklerini muhafaza etmekte ve onsuz ayakta kalması mümkün değildir.[34] El-Bişri’ye göre, burada dikkat çeken husus batılı politikacı ve misyonerler, İslam dünyasına, “bir/tek” olarak görür. Ümmetin halkları ve ülkeleriyle ilişkilerinde -ister fiilen toplanmış olsunlar isterse potansiyel olarak böyle olsun- onun tek bir insani sosyal yapı içinde toplandığını akıldan çıkarmaz. Ancak  aynı zamanda bizim bu potansiyelin farkında olmamızı ve onu realite zemininde gerçekleştirmemizi  de istemez.[35] Batı, bu bakışını, ümmeti birleştiren dinamikler üzerine bina etmiştir. Bu bağlamda aşılması gereken bir engel teşkil edecek en önemli sorunlardan biri, metodoloji sorunudur. Ümmetin, üzerinde yükseldiği referans çerçeveleri ile iyi bir metodik ilişki içinde olmak, onun ışığında zamanı okumak ve anlamak gerekmektedir. Şüphesiz sistem sorununun 2 şıkkı vardır: Birincisi dahilidir. Zira Müslüman mantalitesine egemen olan, geçmişte yaşamasına ve geçmişin problemlerini günümüze taşımasına neden olan kendini tekrarlama nedeniyle metodolojisinin yapısında birçok aksaklıklar görmekteyiz. İkincisi: Hariciır. Bu da kültürel sızma ve batıya bağımlılık ile alakalıdır. Bu bağlamda Al-Alwani, İslam topraklarının çoğunun yaşadığı parçalnma, sürekli çatışma ve toplumsal bölünme durumunun İslami entelektüel ve kültürel alternatifler sağlanmadan durmasının ve sona eremesinin mümkün olmadığını vurgulamaktadır.[36] Metodolojik unsurların garanti ettiği ve teminat altına aldığı husus da budur.

İkincisi: İstihdam ve Tedafu ilişkisi: bileşenleri, muhtevası, dayandığı metodik boyut, çizdiği medeniyetsel-tarihsel boyutu ile ümmet, batı medeniyet sisteminde insan-evren ilişkisine hâkim olan çatışma durumundan aşarak, millet ve medeniyetleri inşa etme faaliyetinde evren kanunlarını değerlendirmeye yönlendiren teshir[37] ilişkisine yönelir. Kuşkusuz bu da Cenap-ı Hakk’ın, mahlukatı yaratmasındaki maksadını öğrenme kapısını ve söz konusu maksatların gerçekleştirilmsi çerçevesinde evrenin kullanılmasına yönlendirecektir. Böyle bir okuma da insan ve evren arasında birlik ve uyumun tezahürlerini anlamaya vesile olacaktır. Bunların başında, Kökenler, varılacak nokta, ve süreç gelmektedir.[38]

(O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. (Bakara: 29) (Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi). (Ahzap: 72) ayetlerinden anlaşıdığı gibi, insana yüklenen ve kendisinin de razı olduğu hilafet misyonun bir alanı olarak “teshir” ilişkisi, yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişki çerçevesinde dönmektedir. buna mukabil, insanlar arasındaki ilişkiler ise iki çerçevede gerçekleşmektedir:

Birinci çerçeve: Tanışmadır. Bunun aracı da diyalogdur. Nitekim (Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda en ileri olandır.) (Hucurat: 13) ayetindeki çağrı, tüm insanlara yöneltilmiş, halk ve kabilelere ayrılmalarının amacının kavga ve husumet değil tanışma ve barış içinde yaşama olduğunu açıklamıştır. Dil, renk, karakter, ahlak ve diğer belirtilerin arasındaki farklılık, çatışma ve anlaşmazlık gerektirmeyen çeşitlilik ve renklilik bağlamında değerlendirilir. Dahası bunlar, görev ve yükümlülükleri yerine getirmek ve tüm ihtiyaçları karşılamak için işbirliğini gerektirir. Bütün bu olgular ve benzerlerinin Allah katında tek başına bir değeri yoktur, bilakis değerlerin belirlendiği ve insanların faziletlerinin tartıldığı ölçü “Allah katında ey üstün olanınız ona karşı en çok saygı duyanınızdır” kuralıdır.[39]

İnsanlar arasında tanışmayı etkin hale getirmek için, amaçlarını gerçekleştiren bir diyaloğun olması gerekir. Aslında diyalog sadece realite çerçevesinde bir zorunluluk değil aynı zamanda zaman ve mekâna yayılan insani bir seçenektir. Asıl gayesi, insanlık ailesi içerisinde bulunan her beşerî gruba özgü kimliği ortaya koymaktır. bu tür bir diyalog, sonuçta, sorumlu, saygın, varlığını tehdit eden tehlikelerle karşı karşıya bulunan ve bu tehlikeleri ancak diyalog ve iletişimle üstesinden gelebilecek olan insanın insanlığını yüceltir.[40]

İkinci çerçeve: Cenap-ı Hakk’ın beşerî toplumlar için koyduğu “Tedafu” (savma ve önleme) kanunudur.  (Eğer Allah bazı insanların şerrini bazıları ile önlemeseydi dünyadaki nizam bozulurdu. Lâkin Allah âlemlere büyük lütuf ve inayet sahibidir.) (Bakara: 251)

Hidayet ve istikamet çizgisinden sapma olduğu zaman bu kanunla gidişat düzeltilir, bununla insanlık birbiriyle ilişki kurmaya itilir, böylece insana faydalı olan şeyler kalır. Dr.  İmara’nın ifadesiyle Tedafü’, sosyal, kültürel ve medeniyetsel bir hareketliliktir. Yani zalimane davranışları, haksız uygulamaları ve çarpık ilişkileri tarafların çatışmasına yolaçmadan dolayısıyla çeşitliliği ortadan kaldırmadan medeniyetler arası rekabet ve yarış demektir. Farklı taraflar arasındaki bozulan ilişkiler bu hareketlenme ve yarış sayesinde denge ve adalet düzeyine oturtulur.[41] Bu manada bir tedafu’ ile, fesadın önünün alınması veya azaltılması, iyinin elde edilmesi ve tamamlanması kast amaçlanmaktadır. Bu da ancak Dr. Nadiye Mustafa’nın dediği gibi[42] davet, kuvvet ve cihadda somutlaşan kültürel İslam projesinin benimsediği ıslah ve değişim manzumesi ile tahakkuk eder. Fakat bu, zorbalık yoluyla değil, bilakis medeniyet faaliyetini harekete geçiren ümran ve medeniyet bağlamında olamalıdır. Bu model temsil ettiği karakter modelleri arasında güç ile savuşmak zorunda kalınabilir, böylece çatışmacı ilişkilerin birinin diğerini ortadan kaldırdığı bir çatışma çeşidi değil, cihat kavramını da içine alan tedefu’ bağlamında İslam medeniyeti çerçevesinde gerçekleşir.

Üçüncüsü: Birleştirici Ümmetin Motivasyon Unsurları:

1- Cenab-ı Hakk’ın yaratılış maksatları ile ilintili etkin ve itici irade. Ümmet, kültürel, medeniyetsel atalet ve tembellik durumunu bu şekilde aşacaktır. Hayat ve evren hakkında doğru bir dünya görüşüne ve bu görüşü fonksiyonel kılma konusunda doğru bir metoda sahip bir ümmet, harekete geçirici, samimi ve sağlam bir gayret olmadığı müddetçe varık çapında etkili olması düşünülemez.

Fıkıhçı ve usulcülerin ifadesiyle bu irade, onsuz fiilin gerçekleşme imkânı olmayan varlık şartıdır. İbn-i Haldun’un bu motive unsurunu özellikle sosyal düzeyde tevhid ve iman ile birleştirmesi bunun ne kadar büyük bir kıymete haiz olduğunun farkında olduğunu gösteriyor. Onun ifadesiyle kalpler Hakk’a tevhid ile yöneldiği, dünya ve batılı reddettiği zaman, yön ve gayesi tek olur, rekabet gider, ihtilaf azalır, birlik ve beraberlik güzel bir şekilde tecelli eder, söz ve görüşün alanı genişler, o zaman devlet de ümmet de büyür. Tevhid ve imanın amacı, bu düşünceyi insanın içine iyice yerleştirmek ve böylece insanı, ümmeti medeniyet bazında inşa etme yolunda seferber etmektir.[43]

2- Ümmet realitesini anlamak. Bugün İslam ümmetinin, ümmet olması yönüyle kendine özgü bir realitesi olduğu gibi her bölge ve halkın da kendine göre realitesi, bir de kendisinden veya etkilerinden sıyrılamayacağı evrensel gerçekliği vardır. Ümmet realitesini okumak ve anlamak son derece önemlidir. bu sadece etrafındaki farklı boyutlardaki hadise ve olayların akışını gerektiği şekilde anlamak için değil, aynı zamanda kendini inşa etme ve geliştirme açısından da önemlidir. Bu ise ümmetin özelliklerini ve varoluş esaslarını göz önüne alan ve disipline eden bir metodoloji olmadan gerçekleşemez. Aynı bağlamda Dr. Hibe Rauf İzzet’in vurguladığı gibi, “İslam ümmeti” kavramı hakkındaki düşünce karışıklığı üzerine kafa yorup modernist ulus devletten farklılık arz eden kavramsal bir blokaj üzerine oturtarak yeniden inşa etmek, sonra da coğrafi ve pratik gerçeklilik ile bağlama zorunluluk arzetmektedir. Dr. Hibe, (]Ey Ümmet-i Muhammed![ Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: çünkü İyiliği yayar, kötülüğü önler ve Allah’a inanırsınız.) (Al-i İmran: 110) ayetine dayanarak bütün insanlarla imani irtibat bağlamında ele alınan “fıtrat” kavramından hareket etmektedir. Fakat bu kavramı doğru bir şekilde değerlendirmek için (Alemin, uluslararası sivil toplum, kamu alanı) kavramlar grubu ile irtibatlandırmak gerekmektedir. Dr. Hibe’nin ifadesiyle[44] bu kavramlardan hareketle toplumsal bir erdemliler paktı (Hilfu’l-Fudul), bundan da ulus devletin uluslararası düzen üzerinde  hegamumunya kurmasına karşı çıkacak  bir uluslararası erdemliler paktı kurulabilir. “insanlar” kavramının anlamlarında meydana gelen değişikliklerle birlikte “ümmet” kavramı yeniden inşa edilirken realite hakkındaki görüşlerimizi geliştirmesi için bu kavramlar topluluğuna yeniden bakmak ve tahlil etmek gerekmektedir.

3- Ümmet bağlamı dışındaki birlik ve topluluk modelleri. Çağdaş gerçekliği ile ümmet, gerçek manada Müslüman Ümmet olma unsurlarına sahip olmayan birlik, beraberlik ve bütünleşme modellerine tanık olmuştur. Üzerinde yükseldiği yapının iğretiliği nedeniyle bu modellerin sonu dağılmak olmuştur. Fakat bu yapılardan biri diğerlerinden farklılık arz ederek kendini empoze etmiştir, o da Avrupa Birliği tecrübesidir. Araştırmacılar, bileşenleri arasında birlik ve beraberliği gerektiren unsurların yokluğuna rağmen Avrupa’nın bütünleşme tecrübesindeki başarısını, Fonksiyonel yaklaşımı uygulayabilmesine bağlamışlardır. Bu başarının sebepleri çok basittir, o da 3 temel problemi çözmesidir: Birincisi: Siyasal farklılıkların nötralize edilmesi ve bütünleşme sürecindeki olumsuz etkilerinin izole edilmesi. İkincisi: bütünleşme sürecini yürütebilecek etkin kurumların inşası. Sonuncusu ise: bütünleşme sürecinin kısır döngüye düşmesini engelleyerek sürekli ileriye gitmesini sağlamak.

Daha önce de belirttiğimiz gibi İslam ümmeti hiçbir halkta olmayan inşa ve yeniden yapılanma dinamik ve unsurlarına sahiptir. Avrupa modeli sadece varoluşu bağlamında değil aynı zamanda uluslararası bir oyuncu olarak var olması bakımından da İslam ümmeti için gerçek manada motive edici bir unsur veya bir katalizördür.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

[1] – Dr. Muhammed Abdussettar el-Badri, El-Mesele Eş-Şerkiyye ve Nihayet Ed-Devle El-Usmaniyye (Doğu Sorunu ve Osmanlı İmparatorluğunun Sonu), el-Şark el-Evsat (Orta Doğu) gazetesi: https://goo.gl/xz5aqn , 17/12/2016.

[2] – Amr ibn al-As’ın atalarının özelliklerini anlatımı, büyük ölçüde bu psikoloji ve farklı zamanlardaki tezahürleri ile örtüşmektedir. İmam Müslim’in Sahih’inde el-Müstevred el-Kuraşi’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Kıyamet koptuğunda Romalılar sayı bakımından insanlığın çoğunluğunu teşkil edeceklerdir”. Bunun üzerine yanında bulunan Amr: “Ne söylediğinin farkında mısın!” dedi. O da “Allah resulünden işittiğim şeyi aktardım” dedi. Sonra Amr şöyle dedi: “Öyledir; zira onların dört haslet ve özelliği vardır: Fitne ve kaos zamanında insanların en akıllısı ve sabırlısıdırlar. Bela ve musibetlerden sonra insanların en çabuk kendine gelen ve uyananlardır. Taktik olarak kaçtıktan sonra en hızlı şekilde manevra yaparlar (kerr-ü fer). Miskin, yetim ve zayıfa en iyi davrananlardır. Beşincisi ise güzel bir özelliktir: Kralların zulmüne en çok karşı çıkan olanlardır”.  Bkz: Sahih-u Müslim, Riyad, Dar-u Taybe, 1. Baskı, 1427 h, 2006 m, S: 1324, Hadis no: 2898.

 

[3] – Abdurrauf Snov, El-Alakat Er-Rusiyye El-Usmaniyy (1687 – 1878) (Rusya ve Osmanlı ilişkileri), Rusya ve Osmanlı İmparatorluğunu Bölme Projeleri (ikinci bölüm), Araplar ve Dünya Tarihi Dergisi, Beyrut, Cilt 11, No. 75/76, 1985, sayfa 36.

[4] – Belçika ve Lüksemburg’da Romanya Eyaleti Bakanı, Belgrad’da maslahatgüzarlık, Sofya’da diplomat olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti Astana’da olağanüstü elçi olarak görev yapan siyaset adamı. “Türkiye’yi bölmek için 100 Proje” adlı kitabını Fransız dilinde yazmıştır. Bkz: Dr. Ahmed Nuri Al-Nuaimi, Türkiye Beyn El-Mevrus El-İslami ve El-İtticah El-Ilmani (İslam Mirası ile Laiklik Akımı Arasında Türkiye), Amman, Dar Al-Janan, Arapça Birinci Baskı, 2011, s. 25.

[5] – Muhammed el-Abdeh, Et-Taassub El-Avrubbiyy Em Et-Taassub El-İslami (Avrupa fanatizmi mi yoksa İslami fanatizm mi?) Prens Şekip Arslan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi için (1281-1913) yüz proje tasarısı üzerine yorumları, Beyrut, Dar İbn Hazm, 2, Hicri 1416 / Miladi 1996, s. 25.

[6] – Önceki kaynak, s. 192.

[7] – Vesika Kambil Es-Sırriyye ve Teftit El-Vatan El-Arabi, (Campbell’in Gizli Belgesi ve Arap Dünyasının Parçalanması), Stratejik Belgeler, Al-Kaşif Stratejik Araştırmalar Merkezi, https://goo.gl/CLRkJW, Eylül 2011, s.7 ve daha fazlası için bakın: Dr. Jasem Sultan, Tarih Felsefesi Aracı, Rönesans Projesi Web Sitesi: https://goo.gl/irjekM, sayfa 66.

[8] – Ahmed El Zarafi, Sykes Pico: İslami Doğuya Haçlı Seferi, Al-Bayan Dergisi: https://goo.gl/qoTQPo , Sayı: 350, 27.6.2016.

[9] * Müsteşar Tarık el-Bişri, Ümmeti fi el-Alem Mukaddimat el-Bişri (Dünyadaki Benim Ümmetim: el-Bişri’nin Önermeleri), Mısır, Dar’ul Beşir li el-Sekafe ve el-Ulum, Baskı 1, 1435 h / 2014 m, s. 25.

[10] – Halil el-Mikdad, Ehemmü ve Ehdesü Meşarii el-Taksim fi el-Mıntıka (Bölgedeki bölmenin en önemli ve en yeni projeleri) https://goo.gl/m5bnKJ, 26/8/2015. Dokümanın ayrıntılarına bkz: Israel Shahak, The Zionist plan for the middle east, https://goo.gl/3U97RR, 1982.

 

[11] – Adil Aljoujari, Bernard Louis, Seyyaf el-Şark el-Avsat ve Mühendis Says-Piko 2, Şam / Kahire, Dar Al-Kitab Al-Arabi, 2013, s. 6.

[12] – Bir önceki kaynak, s. 50.

[13] – Yasir Necm, Sykes Pico 2016 Harait Taksim el-Mıntıka Beyne el-Vakı ve el-Esatır (Gerçek ve Efsane Artasında Bölgeyi Bölme Haritaları), Sase Post, https://goo.gl/F5D5YL, 26/3/2015.

 

[14] – Şimon Peres, el-Şaq el-Evsat el-Cedid (Yeni Orta Doğu), Amman, el-Ehliyye Yayıncılık ve Dağıtım, Çeviri Muhammed Hilmi Abdulhafız, 1. Baskı, 1414 h / 1994 m, s. 15.

[15] – Teysir Halid, el-Şarq el-Evsat el-Cedid (Yeni Ortadoğu), el-Hivar el-Mütemeddin (Medeni Diyaloğ), no: 1627, 30/7/2006.

[16] – Mehdi Darios Nazmuraya, Alaeddin Ebu Zeina, Hutat İade Resm el-Şarq el-Evsat, (Ortadoğu Yeniden Tasarlama Planları), Meşru el-Şarq el-Evsat (Yeni Ortadoğu Projesi), el-Ğad: https://goo.gl/kZuffP , 24/4/2017.

[17] – Dr. Velid b. Abdullah El-Huwairini, Harita ed-Dem: Hel Bedee el-Am Sam fi Taksim Erd el-İslam (Kan Haritası: Sam Amca İslam Toprağını Bölmeye Başladı mı?), Londra, Tkvin Araştırma Merkezi, 1, 1435 H / 2014 M, s. 71-73.

[18] – Abdulvahab El-Messiri, El-Şarw el-Evsat el-Cedidi fi Et-Tasavvur El-Emrikiyy Es-Sıhyoni (Amerikan-Siyonist Kavramda Yeni Ortadoğu), El-Cezire: https://goo.gl/GqQVkP , 2/11/2006.

[19] – Beşir Zeynelabidin Tatavvur Fikrat Taksim El-Meşriq el-Arabi (Arap Meşriki’ni bölme Fikrinin Gelişimi, el-Beyan Dergisi: https://goo.gl/HJuAY5 , Sayı: 317, 11/4/2013.

[20] – Abdulqader Raziq Al-Muhadimi, Meşruu Eş-Şarq el-Evsat El-Kebir: El-Hakaik, ve El-Ehdaf, ve Et-Tedaiyat (Büyük Orta Doğu Projesi: Gerçekler, Hedefler ve Etkileri), Beyrut, Ed-Dar El-Arabiyye Li El-Ulum, 1, 1426 H (2005 M), s. 17.

[21] – Dr. Seyfeddin Abdulfettah, El-Ümme El-İslamiyye ve Avaqıb Ed-Devle el-Qavmiyye, Havliyye Ümmeti Fi El-Alem (İslam Milleti ve Ulus-Devletin Sonuçları, Ümmetimin Dünyadaki Yıllığı), El-Hadara Siyasal Araştırmalar Merkezi, Kahire, no. 2, 1999, s. 46.

[22] – Dr. Seyfuddin Abdulfettah, E-Meşru El-Hadari el-İslamiy Li’Et-Teğyir: Sire ve Mesira (İslam Medeniyetinin Değişim Projesi: Bir Portre ve Yolu), Kahire, Dar El-Beşir, 2014, s. 34.

[23] – Bakınız: Dr. Abdulmecid Ömer El-Neccar, El-İman Billah ve Eseruh Fil El-Haya (Allah İnanı ve Yaşam Üzerindeki Etkileri), Beyrut, Dar el-Ğarb el-İslami, 1, 1418 H / 1997 M, s. 5.

[24] – Biz bu bağlamda Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem- örnek hidayet ve tehberliğinin dışına çıkmış değiliz; zira Ebu Davud Sünen’inde Hz. Muaviye’den (r.a) rivayet ettiğ hadiste Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden bazı kimseler çıkacaktır, nasılki bir köpekte bulunan hastalıklar sahibinin bütün parçalarına sirayet eder ve ondan kurtulamaz, bunlar da kendilerini heva ve heveslerine kaptıracak ve baskısından kurtulamayacaklardır.” Bkz: Sünen-I Ebi Davud, Hadis no: 4597, Sahih El-Cami no: 2641.

 

[25] – Malik b.Nebi, Şurut En-Nahda (Uyanışın/Rönesansın Şartları), Şam, Dar El-Fikr, 1406 H, 1986 M, s. 153

[26] – Müsteşar Tarık El-Bişri, Ümmeti Fi El-Alem, bir önceki kaynak, s. 49-62, az değişiklikle.

[27] – Dr. Sami El-Haznedar, Esbab ve Müharrikat Es-Sıraat Ed-Dahiliyye El-Arabiyye (İç Arap Çatışmaları Sebep ve Etkenleri), Al Jazeere, https://goo.gl/R5C2ED, 3/10/2004.

[28] – Dr. Ebu Yarub El-Marzuq, Et-Tefkik Ez-Zati Li Mehmiyyat El-Ğarb El-Arabiyye (Batı Yedekleri Arap Devletlerinin İç Parçalanması, Site: Ebu Yarub Marzuqi: https://goo.gl/nASZZG , 16/9/2017.

[29] – Ebu El-Ferec İbn El-Cevzi, Nüzhet El-E’yun Fi İlm El-Vücuh ve En-Nezair, 1. Baskı, 1404 H / 1984 M, s. 143; Dr. Ahmet Hasan Ferhat, El-Ümme Fi Dilaletiha El-Arabiyye ve El-Quraniyye, Amman, Dar Ammar, 1. Baskı, 1424 H / 2004 M, s. 19.

[30] – Dr. Eşşahid El-Buşeyhi, Fıqh Vaqı El-Ümme: Dirase Fi El-Mefhum ve Eş-Şurut ve El-Avaiq, Dar Es-Selam, 1. Baskı, 1432 H / 2011 M, s. 12.

[31] – Dr. Muhammed Imara, Hel El-Müslümun Ümme Vahide (Müslümanlar Tek Ümmet midir?), Kahire, Nahdat Mısr kiatap evi, 1999, s. 35.

[32] – Dr. Müna Ebu’l-Fadl, El-Ümme El-Kutub: Nehve Ta’sil Minhaci Li Mefhum El-Ümme Fi El-İslam (İslam’da Ümmet Kavramının Metedolajik Temellendirilmesine Doğru), Kahire, Mektebe Eş-Şuruk Ed-Devliyye, baskı 1, 1426 H/2005 M, s. 63.

[33] -Ömer Abid Hasane, El-Hitab El-İslami: Vaqfa Li El-Munasaha, Beyrut, El-Mekte El-İslami,Baskı 1, 1426 H / 2005 M, s. 13.

[34]

[35] – El-Müsteşar Tarıq El-Bişri, Aynı Kaynak, s. 23.

[36] – Dr. Taha Cabir El-Alvani, El-Ezme El-Fikriyye ve Menahic Et-Tağyir, Beyrut, Dar El-Hadi, Baskı 1, 1424 H / 2003 M, s. 65.

[37] Evrenin insanın hizmetine sunulması kanunu. (terc.)

[38] – Dr. Abdulmecit En-Neccar, Aynı Kaynak, Fıqh Et-Tahaddur El-İslami, Beyrut, Dar El-Ğarb El-İslami, Baskı 2, 1427 H / 2006 M, s. 128.

[39] – Seyyit Kutup, Fi Zilal El-Quran, Kahire, Dar Eş-Şuruq, Baskı 32, 1423 H/2003 M, s. 3348.

[40] – Semir Budinar, El-Hivar El-Hadari Savbe Maqam Et-Tearuf, Kahire, Hira Dergisi, Sayı: 18, 2010 M, s. 46.

[41] – Muhammed Imara, el-Hadarat’l-Alemiyye: Tedafuun Em Sıra’, Kahire, Nahda Mısr, Baskı 1, 1998M, s. 18.

[42] – Dr. Nadiye Mahmud Mustafa, el-Bu’d Es-Sekafi Li Hivar’il-Hadarat: Et-Tavzif Es-Siyasi ve Şurut’ Et-Tef’il, 2010 yılında Sarayova’da “Farklı bir Dünya Düzeninde Medeniyetler Arası Diyalog” Adlı konferansa gönderilmiş bir araştırma. Kahire’deki “Hadara” siyasi araştırmalar merkezi tarafından yayınlanmıştır, https://goo.gl/t1L1Hd , s. 28

[43] – Abdurrahman b. Haldun, Muqaddime İbn Haldun, Şam, Dar Ya’rub, Baskı 1, 1425 H/2004M, c. 1, s. 313. Bkz: Dr. Abdulmecid En-Neccar, Fıqh Et-Tahddur El-İslami, s. 34.

[44] – Dr. Hibe Rauf İzzet, Nehv Umran Cedid, Beyrut, Eş-Şebeke El-Arabiyye Li El-Ebhas ve En-Neşr, Baskı 1, 2015 M, s. 43 – 45.

Başa dön tuşu