Uncategorized @tr

Akide kavramı

Araplar, bir ipin düğümlenmesi veya bir alışveriş sözleşmesinin yapılması anlamında (عُقِد الحبل والبيع) diye bir ifade kullanırlar. Bu ifadeyle güçlü bir irtibatın ve kuvvetli bir taahhüdün var olduğunu kastederler. Bu irtibat kimi zaman ip örneğinde olduğu gibi somut, kimi zaman da alışveriş örneğinde olduğu gibi soyut olur. Sözlük anlamındaki bu mana “akide” kelimesinin sağlamlaştırma ve destekleme etrafında döndüğünü göstermektedir. Nitekim bu kelime ve türevleri Kur’an’da sağlamlaştırma, destekleme ve iki şey arasında bir bağın oluşturulması anlamında kullanılmıştır.  Cenab-ı Allah bununla ilgili şöyle buyurur: “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkan yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız (bağladığınız) yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar.”(Maide: 89).[1]

Kur’an, bu kavrama yeni bir anlam yüklemektedir. Nitekim bu kavram Kur’an’ın birçok yerinde, beşer aklı ile herhangi bir düşünce, görüş veya yaklaşım/yöntem arasında bir irtibatın olduğunu ifade sadedinde kullanılmaktadır. Bu irtibatın özelliği güçlü, sağlam, kalıcı ve sürekli olmasıdır. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim’de iki yerde İslâm’ın getirdiği sahih akideyi ifade etme sadedinde “el-urvetu’l-vuska” (en sağlam kulp) ifadesi kullanılmıştır. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan; hak, batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir”. (el-Bakara, 2/256).[2]

İlk İslâm alimleri “akide” kelimesini, toplamda bir Müslüman’ın kâinat ile ilgili külli tasavvurunu teşkil eden vahyin naslarından ortaya çıkmış olan kavramları ifade etme maksadıyla kullanmışlardır.  Günümüzde kullanıldığı şekliyle bir anlam kazanması ancak İslam düşüncesinin teşekkülünün ileri bir aşamasında gerçekleşmiştir. Nitekim hicri 6. asrın ortalarından sonra kâinat ile ilgili Kitap ve Sünnet’ten ilham alan külli bir tasavvuru vermek için akide terimini kullanan eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunların en önemlilerinden biri de Ali b. Ebi’l-izz’in kaleme aldığı “Şerhu’l-akideti’t-Tahaviyye” adlı eseri ve Taftazani’nin “Şerhu’l’akaidi’n-Nesefiyye” adlı eseridir.[3]

Dinî terminolojiye göre akidenin anlamı: Allah’a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrı ve şerriyle kadere iman etmektir.

Akidenin birçok özelliği vardır.

Bunların en önemlileri:[4]

  • Akide rabbanidir ve Allah tarafından gelmiştir.
  • Allah tarafından geldiğine göre değişmez ve sabittir.
  • Nettir, kapalı ve muğlak değildir.
  • Orta bir yol izler. İçinde ifrat ve tefrit yoktur.
  • Delillere dayanan bir akidedir. Başkalarından körü körüne inanmalarını beklemez.
  • Fıtrata uygun bir akidedir. Ona yabancı ve ters değildir.

 Akide İslam’da birkaç temel prensip üzerine oturur. Bütün Müslümanların bunların tamamına eksiksiz bir şekilde inanması gerekmektedir. Yoksa imanları tamamlanmamış olur.[5]

Bu prensipleri şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi: Halis (katıksız) tevhid dini.

İslam, daha ilk başından itibaren katıksız bir şekilde Allah’ın birliğine inanmaktır. Temeli “Lailahe illAllah”tır. Yani uluhiyetin sadece Allah’a ait olduğuna ve ondan başkasının bu sıfata haiz olmadığına inanmak ve ikrar etmektir. Dolayısıyla mü’min  şöyle inanır: Sadece bir tek ilah vardır. Zira ötede başka bir ilah olsaydı kendi aralarında ihtilafa düşerlerdi ve kainat fesada uğrardı. Dolayısıyla akidenin ekseni açık ve nettir. Bu eksen tevhiddir. Yani tek bir rab olarak Allah’ı bilme ve onun her şanında bir olduğunu ikrar etmek. Buna göre biz her hangi bir ibadet şekliyle ondan başkasına yönelmeyiz.[6]

İkincisi: Peygamberlere iman: Nitekim bir Müslümanın Müslümanlığı ve imanı bütün peygamberlere iman etmeden isabetli bir şekilde gerçekleşmez.

Üçüncüsü: Semavi kitaplara iman: Nitekim peygamberlere iman, Allah’ın onlara, insanlara yol göstermeleri için indirdiği vahye imanı gerektirmektedir.

Dördüncüsü: Meleklere iman: Onların Allah tarafından yaratıldıklarına, karakterlerinin insanların karakterinden farklı olduğuna ve duyu organları ile idrak edilmeyen Mele-i Â’lâ aleminden olduklarına inanmak.

Son olarak ahiret gününe, kaza ve kadere inanmak.

Genel olarak denebilir ki Akide –özü ne kadar da değişirse değişsin- sadece uzay boşluğunda yüzüp dolaşan ve kendisine ve prensiplerine iman edenlerin pratik hayatlarına yansımayan mücerret ve genel prensiplerden ibaret değildir. Bundan dolayı akideyi diğer fikrî ve zihnî yapılardan ayıran asıl husus teoriğin pratik ile irtibatlı olmasıdır. Dolayısıyla Akide ferdin ve toplumun pratik hayatından ve gerçeklikten kopuk bir takım zihinsel tasavvurlardan ibaret değildir. Bilakis o bu tasavvurlardan çıkan ve onlara dayanan bir değeler, prensipler ve hükümler topluluğu vasıtasıyla insanın hareketini etkilemeyi hedefleyen bir tasavvurlar manzumesidir. Dolayısıyla akide ümmetin siyasi birliğinin, üzerine oturduğu sağlam temeldir.[7]

Bu durum genel olarak bütün akideler için söz konusuysa, bu İslam akidesi açısından daha da realist olur. Zira İslam akidesi sadece kişilerin yaşadıkları dünya hayatıyla sınırlı kalmayıp, insanın ahirette de kurtuluşuna ve Allah Teâlâ’nın rahmetini kazanmasına vesile olacak kural ve prensipler koymaktadır. Bundan dolayı İslam Akidesinin Müslüman fert, toplum ve topyekûn İslam ümmeti üzerinde büyük tesiri vardır.[8]

Akidenin fert üzerinde tesirlerinden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:

  • İslam akidesi, insanı hayat endişesinden kurtarır. Zir ona göre yaratıcı sadece Allah’tır. Ve ecel onun kontrolündedir. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: (Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) asla ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.) (el-Munafikun, 11)
  • İslam akidesi, insanı rızık endişesinden kurtarır. Zira rızık Allah’ın elindedir. Ve yeryüzünde onun rızkını azaltabilecek bir mahluk yoktur. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Hiç şüphesiz, rızkı veren sadece Allah’tır; O, kuvvet sahibi, Metîn’dir (sağlamdır).” (Zâriyât, 58)
  • İslam akidesi ferdi bencillik, aç gözlülük ve cimrilikten kurtarır. Nitekim İnsan, karakteri itibarıyla malı-mülkü çok sever.

Akide bu manalarla bir mü ‘minin gönlünde yerleştiği zaman onurunu dokunacak aşağılayıcı şartlarda yaşamayı kabul etmez. Bu akide müslümanın ruhunda kök saldığı zaman onu bencillikten, mal sevgisinden ve hep kendisini kayırmaktan kurtarır. Dahası onu, canını başkalarına feda etmeye yönlendirir. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr: 9)

Akide aynı zamanda insanın vicdan uyanıklığını geliştirir. Nitekim bir Müslüman, Allah’ın, işlerini, davranışlarını ve hallerini gözetlediğinin tamamen farkında olur. Diri olan bir vicdan da sahibinin, Allah’ın sınırlarını ihlal etmesine ve dinin kurallarına muhalefet etmesine engel olur.

Buna ilaveten akide insanı zulme boyun eğmekten kurtarır. Nitekim İslam adaletle gelmiş ve kullar arasında zulmü haram kılmış bir dindir. Bu öyle bir adalettir ki yakınlık ve akrabalık gibi hususlara itibar etmeden ilahi kanunları ayakta tutma temeli üzerinde inşa edilir.

Bu akide ve onun, kişinin hayatında meydana getirdiği değişiklik ve Allah inancı, nihai olarak toplumun hayatına bir bütün olarak fayda sağlar ve her kesin; mal, can ve namusu konusunda güven duyduğu bir toplumun oluşmasına yol açar. Fertlerinin birbirini sevdiği ve bir uzvu hastalandığında diğer bütün âzâları da sıtma tutmuşçasına rahatsız olan ve uyuyamayan bir beden gibi birbirine kenetlenmiş bir toplum… şahsi heveslerinden tecerrüt etmiş bir toplum… taassup ve bağnazlıktan nefret eden bir toplum…

Akide medeniyet analizi perspektifinden de çok önemli bir yere sahiptir. Bu önem sadece ferdin yaptığı işlerin esasını oluşturan zihinsel temel olmasından kaynaklanmamaktadır, bunun yanında kalkınma hedefli kolektif herhangi bir projenin başarısının temel ve zorunlu bir şartı olması bakımından da önemlidir.

Bu tür projelerin başarılı olması, grubun üyelerinin çabalarını koordine eden, varlıklarını ve iş birliklerini haklı çıkaran ve onları yöneldikleri hedeflere ulaşmaya motive eden bir tasavvur ve prensipler sistemi olmadan mümkün değildir.[9]

Burada şu soru akla gelebilir: Akideye bu  noktadan baktığımızda ve onu ümmetin/milletin siyasi birliğinin oturduğu sağlam bir temel olarak nitelendirdiğimizde, aynı zamanda ümmetin bünyesi içinde bir çoğulculuktan bahsedilebilir mi?

Bunun cevabı: Evet, Zira politik bir toplumu oluşturmanın gerektirdiği akide/inanç birliği, siyasi faaliyet birliğini gerçekleşmek için gerekli olan minimum homojenlikle ilgilidir. Yani farklı ikincil akidevi taksimatlarını kapsayan genel bir inanç çerçevesinin bulunması ile ilgilidir.[10] Ancak bu durum, bu sürecin başarılı olmasını garanti edecek, tefrika ve fitne faktörlerinin birlik, dayanışma ve işbirliği faktörlerini bastırmasını engelleyecek mekanizmalar hakkında soru işaretlerini ortaya atmaktadır. Zira akide kavramıyla irtibatlı büyük bir problem vardır. Bu problem başkalarını tekfir etme ve bid’atçılıkla suçlamak suretiyle, akideyi bir siyasi araç olarak kullanmaktır. Nitekim Hariciler, zamanında tekfir silahını dönemin İslam devletinde yönetimde olan siyasi otoriteye karşı baş kaldırmalarını meşrulaştırmak için kullanmışlardı.

Akide kavramının, “iman” gibi, “çoğulculuk çerçevesi içinde tek ümmet” gibi bir çok önemli kavramla irtibatı vardır. Ancak bunların en önemlilerinden biri islam’da akidenin özü olması itibariyle “tevhid” kavramıdır.

İslam’da tevhidin iki yönü vardır:

Birincisi: tevhid-rububiyyettir. Yani yaratan, rızkı ve nimetleri verenin tek olmasına inanmak.

İkincisi ise tevhid-i uluhiyettir: bunun anlamı ise sadece Allah’a ibadet etmektir. Zira sadece o ibadete müstahaktır.

Tevhid-i rububiyyet, Allah’ın, yaratma, rızık verme, yaşatma ve öldürme konusunda bir ortağı yoktur anlamına gelirken; tevhidin diğer yönü olan tevhid-i uluhiyyet, ibadet ve kulluk yapılması konusunda bir ortağının olmaması anlamına gelmektedir. Şunun da net olarak bilinmesi gerekir ki Allah’ı tevhid etmek sadece uluhiyyet ve rububiyyet ile sınırlı değildir. Nitekim bir mü’min Allah’ın, isim ve sıfatları konusunda da tek ve benzersiz olduğuna inanmak zorundadır. Dolayısıyla Allah’ın, uluhiyyet ve rububiyyet konusunda eşi ve benzeri olmadığı gibi kendisine atfettiği isim ve sıfatlarında da bir benzeri yoktur.[11]

Dr. Seyf Abdulfettah

Siyasal Bilgiler profesörü

KAYNAKÇA

[1] Es-Seyyid Rızık et-Tavil, el-Akideth’l-İslamiyyetu Menhecu Hayatin. Kahire, el-Meclisui’l A’la Liş-Şuuni’l İslamiyyeh, 1981, s 15.

[2] a. g. e. , s 17

[3] Luey Safi, el-Akide ve’s-Siyaseh, Mealimu Nazariyyetun Ammetun li’d-Devleti’l-İslamyyeh, Virjinya, el-Ma’hedu’l Ali li’l-Fikri’l İslami, 1996, s 51.

[4] Naim Yusuf, Eseru’l Akideti’d-Diniyyeti ve Ehemmiyetuha fi hayatı’l-Ferdi ve’l Muctemei, el-Mnasure, daru’l Menare, 2001, s. 15 ve sonrası.

[5]  Mahmoud Hamdi Zaqzuq, el-Akidetu’d-Diniyyetu ve Ehemmiyyetuha fi Hayatı’l İnsanı, Kahire, El-Azhar Dergisi, 2002, s. 32 ve sonrası.

[6] Es-Seyyid Rızık et-Tavil, a. g. e.  s, 17.

[7] Luey Safi, a. g. e.  s, 53

[8] Naim Yusuf, a. g. e.  s 68 ve sonrası

[9] Luey Safi, a. g. e.  s 53-54

[10] Luey Safi, a. g. e.  S 77

[11] Es-Seyyid Rızık et-Tavil, a. g. e.  s, 36

Başa dön tuşu