Uncategorized @tr

MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLER, BATI VE MODERNLEŞME

Kısaca, son iki yüzyıl, Avrupa sömürgeciliğinin, bu sömürgeciliğe karşı durma ve ondan kurtulma çabalarının olduğu yıllardı.

Bu bağlam, aynı zamanda ümmetin önderliğini, Avrupa’nın Arap ve İslam Doğu’sunda askeri, siyasi ve ekonomik hegemonyasına karşı durabilmek için “aceleye getirilmiş” bir modernizasyon programı benimsemeye zorlayan bağlamdır.

Artık herkesin zihnini meşgul eden tek husus, Avrupa’nın genişlemesine karşı koyma bağlamında maddi ve örgütsel/sistematik “ilerleme”, Avrupa’nın bilim, teknoloji ve medeniyet seviyesini yakalama olmuştur.

Bu minvalde dikkat çeken husus, Bu çağdaşlaşma ve ilerleme çabalarının, büyük oranda devlete ve kurumlarına veya daha doğrusu ‘kurumsallaştırılmasına’ harcanmış olmasıdır. Bu da netice itibariyle devletin ve devlet kurumlarının oluşumu ve ihtiyaçlarıyla irtibatlı İslam “sosyal hayatının”/İslami sosyalitenin sadece sınırlı bir kısmının modernizasyonuna yol açmıştır. Ancak bu modernleştirme süreci, sosyal yapının en yukarısında bulunan devlet seçkinleri ve bürokrasisi ile modernleşme sürecinden geçmemiş,  veya yapısal ve tarihsel olarak toluma tepeden dayatıldığı, orijininin tahrif edildiği ve parçalandığı için onu özümsememiş ve sindirmemiş geniş halk kitlesi arasında kopukluk ve uçurumvari bir durum ortaya çıkmıştır.

Modern Batı olgusu, felsefi, toplumsal, politik ve ekonomik kök ve içerikleri ve emperyalist projesi ile genelde tüm dünya ve özelde ise İslam dünyası için büyük bir meydan okuma teşkil etmiştir.

İslam dünyasındaki düşünürlerin modern Batılı meydan okumaya verdikleri tepkiler, daha sonra, bu düşünürlerin sundukları veya kapsam ve uzmanlık bakımından farklı seviyelerdeki düşünsel projelerinde uyguladıkları düşünceleri doğurmuştur.

Bu batılı meydan okuma, bağımsızlık ve medeniyetlerinin özgünlüğünü koruyan aydın, araştırmacı ve düşünürlerin sosyal ve beşeri bilimlerdeki çeşitli güncel meseleleri işlerken karşılarına çıkmaya devam etmektedir.

Batılılaşma ve Avrupalılaşma yönelişlerinden bağımsız bir modernleşme arayışları bağlamında da yasama, örgütlenme, eğitim, gelişim, milli kurtuluş ve bağımsızlık alanlarında kesintisiz bir “İslamlaşma”/”İslamlaştırma” süreci doğmuştur. Modern İslami hareket, modern Batılı meydan okuyuşa verilen  bu tür tepkilerin sonuçlarından biridir.

Erken modernleşme bağlamı

Osmanlı kurum ve kuruluşlarının modernizasyonunu, 18. yüzyılın sonlarında Avrupa cephelerindeki savaşlarda Rusya ve diğer Avrupalı güçler karşısında tadılan bir dizi askeri yenilgi ile birlikte başladı. Avrupalı güçler, Osmanlı ile yüzyıllara yayılan teması neticesinde onun tüm  savaş taktik ve tekniklerini kavramış  ve nihayetinde bunların üstesinden gelerek ona karşı muzaffer olmuştur. Polonya’nın bağımsızlığı ile Rusya tarafından gasp edilen mülklerinin iadesi etrafında dönen Rus-Osmanlı (felaket) savaşını sona erdiren Kaynarca Antlaşması’ndan (1774) sonra Osmanlı Devleti, Avrupa ve dünyadaki ”birinci devlet” olma konumundan üçüncü veya dördüncü devlet seviyesine düştü.

Bu bağlamda, Avrupa tarzında modernleşme, öncelikle askeri güçlerin yeniden düzenlenmesi, modern askeri okulların kurulması, askeri mühendislik tekniklerinin uygulanması, Avrupa başkentlerine eğitim ve öğretim misyonlarının gönderilmesi, idari yönetim ve devlet kurumlarının merkezileşme yönünde modernizasyonu, devlet kaynaklarının yapılandırılması, kamu topraklarının özelleştirilmesi, Avrupa sermaye piyasasına girilmesi vb. anlamına geliyordu.

Daha sonraları bu değişim ve dönüşümlerden bazıları, devletin kapılarını Batı’nın nüfuz ve sızmalarına açmak, Avrupa’nın çıkarlarını ve tekelleşmesini  güçlendirmek amacıyla Osmanlı başkentindeki Avrupa büyükelçileri ve konsoloslarının baskısı ve himayesi altında gerçekleşti.

Kısacası, ümmet tarihindeki modernleşmenin başlama zamanı, doğal ya da normal değildi. Çünkü modernleşme, 18. yüzyılın sonlarında Napolyon’un Mısır’ı istilası ile (1798-1801) başlayıp, 19. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyılın büyük bir bölümünde devam eden ağır askeri yenilgiler ve Avrupa’nın Arap-İslam doğusuna doğru sömürgeci ilerleyişinin baskısı altında gerçekleşti.  Bundan bir ya da iki yüz yıl önce de, Hindistan ve Doğu Hint Müslüman adaları, (Endonezya, Filipinler ve Malay) İspanya, Portekiz ve Hollanda’nın öncülüğünde büyük/güçlü bir sömürge dalgasına maruz kalmıştı.

Son Osmanlı Padişahları III. Selim, II. Mahmut, Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamit’in taahhüt ettikleri modernleşme dönemi  (ki bu dönem, aynı zamanda Tanzimat dönemidir) ve Arap-İslam ’Doğu’sundaki  ulus devletler dönemi boyunca Arap ve Müslüman toplumlar, Rönesans/uyanış, gelişme, kalkınma ve günümüze kadar süren Batı egemenliğinden bağımsızlık projesini başarılı bir şekilde uygulama ile ilgili fikri olarak tarihsel tercihlerini net olarak ortaya koyamadılar.

Arap ve İslam halkları, özellikle de Batı egemenliğinden kurtulma, gelişme, kalkınma ve milli kurtuluş yolunda bağımsız yöntemler bulma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, Batı modeline, evrensel vizyonuna ve ona sürekli bağımlılığa karşı parçalanmış durumda ve henüz ortak bir tavır belirleyememişlerdir.

Arap ve Müslüman toplumlar, medenî, insanî, kültürel, ekonomik ve sosyal açılardan hâlâ çöküntü halindedirler. Bu durum, Arap ve Müslüman düşünür ve aydınları aşağıdaki sorgulamaları yapmaya itmiştir: Neden Hristiyan Batı ilerlerken Müslüman Doğu geriledi? Veya oradaki ilerlemenin ve buradaki geri kalmışlığın sebepleri nelerdir? Avrupa medeniyetinden istifade etmek ve Batı tecrübesinin bir benzerini ortaya koymak mümkün müdür? Bu hangi seviyede ve hangi alanlarda olabilir?

Tartışmalar ve atışmalar yaklaşık iki asır (XIX. VE XX.) boyunca devam etti, ancak bu sorgulamaların cevapları net ve pratik bir şekilde ortaya konmuş değildir. Bu sorguların bir kısmı ciddi olsa da  bir kısmı da –Abdurrahman el-Kevakibi’in ifadesi ile –  boş bir vadide haykırmak veya küle üflemekten öteye geçmemiştir.

KANLI BAŞLANGIÇLAR

Osmanlı erken modernleşme çabaları, sosyal, askeri, bürokratik ve dini kesimlerin itiraz bariyerine çarptı. Nitekim yeniçeri teşkilatı, hocalar ve avam halktan oluşan bir topluluk, XVIII. Yüzyılın sonlarında III. Selimin ıslahatlarına karşı bir araya gelerek isyan etti ve İstanbul’a yönelerek, ”Nizam-ı Cedid” adı da verilen ıslahatları destekleyen vezir ve âyanları  öldürdüler. Reform yanlısı eski müftünün yerine gelen yeni Osmanlı müftüsü, ”herhangi bir halife, devlete Batılı rejimi, sistem ve yöntemlerini sokarsa ve tebaasını buna zorlarsa yönetme liyakatini kaybeder” şeklinde bir  fetva yayınladı. Bunun üzerine sultan III. Selim’i azledip esir aldılar, daha sonra da katlettiler. Bu nedenle Osmanlı modernleşmesi,  çok trajik bir şekilde başlamış oldu.

Yeniçeriler ve benzerleri sultan II. Mahmut (1808-1826) dönemindeki modernleştirme gayretlerini sabote etmeye devam etti ve Sultan, onları ortadan kaldırmak için altı bin yeniçerinin öldürüldüğü “Vak’ay-ı Hayriyye” operasyonunu yapmak zorunda kaldı. Aynı zamanda Padişahın damadı ve Viyana’daki büyükelçisi Damat Halil Paşa Viyana’dan “Ya Avrupa’yı takip ederiz ya da Avrupa’dan çıkarız.”  diye yazarak baskı yapıyordu. Ve böyle de oldu!

Sultan Mahmut “Avrupalılaştırma” fikrine dayanan bir modernleşme programı benimsedi, modern askeri yönetim ve teşkilatlar kurdu ve askerlerin eğitimine bizzat nezaret etti. Kampların birinde üç yıl çamur kulübede kaldı. Askeri eğitime oğlu Sultan Abdülmecit ve kızı Sultana Aişe’yi de gönderdi. Devlet kurumlarının duvarlarına, resimleri asıldı. Bu durum, halkın ondan ve modernist projesinden nefret etmesine ve sonunda “Gavur Sultan” lakabını   takmasına neden oldu.

Yerine geçen ve etrafı Mustafa Raşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa, Cevdet Paşa gibi Tanzimat’ın adamlarıyla kuşatılan oğlu ve halefi Sultan Abdülmecit de onun izinde yürüdü.

Sultan Abdülmecit döneminde “Hatt-ı Şerif” ve “Hatt-ı Hümayun” adında iki belge yayınlandı. Bu belgelerde, birçok Avrupa ülkesinde benimsenen merkezi ulus-devlet modeline benzemesi için devlet yeniden tanımlanıyordu.

Oysaki etnik ve dini homojenliğe dayalı ulus-devletler ile ırk, din ve kültür çeşitliliğine dayalı, tebaasına geniş bireysel ve kitlesel haklar tanıyan yarı otonom ve milletler sistemine sahip bir imparatorluk arasındaki bariz bir uyumsuzluk vardı.

Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde zayıfladı ve Müslümanların halifesi Sultan Abdülmecit, bir İngiliz kraliçesinden “Dizbağı Nişanı” aldı, oğlu Prens V. Murad, Avrupa Mason localarına intisap edip Kraliçe Victoria’nın kızı ile evlenmek için başvurdu. Hanedanın Haremlik kapıları Avrupa sanatçıları, yazarları ve konsoloslarının Osman oğullarının prensesleriyle buluşması ve sohbet etmesi için açıldı.

Sultan Abdülmecit’ten sonra Sultan Abdülaziz, bir yandan Osmanlı kültürüne, özelliklerine, edebiyatına, geleneksel eğitimine itibarını iade ederek; Hanedanlığın, devletin ve hilafetin Müslüman kişiliğine vurgu yaparak; diğer yandan da devletin askeri ve idari yeteneklerine gerekli önemi vererek modernleşme eğilimini doğru rayına oturtmak, eksik yönlerini tamlamaya ve ’Avrupalılaşma’ya doğru sapmasını önlemeye çalıştı.  Ancak, Batının, özellikle de İngiltere ve Rusya’nın imparatorluğa nüfuz ve sızma harekâtı, dönüşü olmayan noktaya ulaşmıştı. Öyle ki İngilizler ve İstanbul’daki ajanları, Sultan Abdülaziz’in yeğeni ve veliahdı olan V. Murad ile anlaşarak kendilerine çalışan bir subay olan Hüseyin Avni Paşa komutasında ona karşı bir darbe düzenlediler. Hatta Hüseyin Avni, imparatorluk tarihine en trajik sahnelerden biri olarak geçen bu olayda Dolma Bahçe Sarayı’nın avlusunda Sultan Abdülaziz’in bilek damarlarını keserek öldürmeyi başardı.

Abdülhamit ve Kurtarma Projesi

Bu darbenin hengâmesinde (darbeci) Sultan V. Murad akli dengesini kaybetti ve tahttan azledilerek kardeşi Sultan II. Abdülhamid getirildi. Abdülhamit de geçmiş dönemlerin etkileri, özellikle de Avrupa’nın Osmanlı devleti içindeki nüfuz ve sızma harekâtı, devleti, hatta bizzat Sultan’ın kendi hayatını çok kere hedef alan komplolarla mücadele etti. Bu bağlamda hızlı bir şekilde düşüşe geçen devletin yıkılmasını durdurmak için Meclis-i Meb’ûsan gibi bazı modernleştirme projelerini dondurmak zorunda kaldı.

Hafiye teşkilatı adında, hem kendisini hem de halkı yoran gizli bir güvenlik sistemi kurdu. Onun döneminde kendisine düşmanlık besleyen ve yabancı istihbarat servisleriyle irtibatlı, gizli-açık birçok örgüt ve localar kuruldu. Ancak devlet onun  32 yıllık yönetiminin büyük bir bölümünde ekonomi, eğitim, idari, hatta uluslararası ilişkiler bakımdan gelişme sağladı. Sultan, devlet ve millet için önem taşıyan tüm dini, siyasi ve kültürel bağları canlandırdı ve “Han” unvanını aldı.  Böylece Abdul Hamid Han, Osmanlı ırkının imparatoru, Osmanlı halklarının Sultan’ı ve Müslümanların Halifesi oldu. Modernleştirme surecinin, beraberinde getirdiği felaketleri bertaraf ederek sürdürmeye çalıştı. Böylece ”İslam birliği”, dini düşünce ve doğu rabıtası fikirlerini canlandırarak Avrupa’nın nüfuz ve sızma harekâtına karşı Avrupa’nın hâkim olduğu İslam coğrafyalarında farklı bir nüfuz ve sızma harekâtıyla karşılık verdi. Bu vesile ile Müslüman toplumların hilafet ve saltanat ile bağlarını kurmak için adam ve ajanlarını dünyanın çeşitli bölgelerine din hizmeti veren kişiler ve imamlar kimliğiyle gönderdi.

Tarihin ironisine bakın ki daha sonra yurt içinde ve dışında Sultan’a muhalefet eden “Jön Türkler”, kendisinin geniş çapta kurulmasını sağladığı okullardan mezun olanlardan çıktı. Keza Abdülhamit’e karşı ayaklanıp onu 1908 de azleden, devlet son bulana, birinci dünya savaşında trajik yenilginin ardından Halifelik ve Saltanat yıkılıncaya kadar yönetime el koyan ”İttihat ve Terakki” cemiyetini kuran genç subaylar da yine bu okulların mezunlarıydı.

Görüldüğü gibi, bizler, iki asırlık bir tarihi süreç içerisinde farklı şekillerde zuhur eden; yankıları, uzantıları ve gelişimi ile birlikte modernleşme sürecinin doğurduğu tarihi, büyük ve kesintisiz bir diyalektik (veya kapsamlı bir etkileşim) ile yüz yüzeyiz.

Modernleşme ve ‘Avrupalılaşma’ süreci, Osmanlı İmparatorluğu, Mısır ve İran’da aşağı-yukarı aynı zaman dilimine tekabül etmiş ve bazı yönleri bakımından benzerlikler arz etmiştir. Bu sürecin bir sonu var mı ve nasıl olacak tabii ki bilemiyoruz. Ama Türkiye tecrübesi, en ileri düzeyde modernleşme sürecini tamamlamış örneklerden biridir. Hatta Mustafa Kemal (Atatürk) tecrübesi bile çok ileri bir düzey değil, belki Sultan II. Mahmut ve oğlu Sultan Abdülmecit ve Tanzimat kadrosunun gerçekleştirmeyi düşündüğü Osmanlı modernleşme projesinin mantıksal bir uzantısıdır. Mustafa Kemal ve onun komuta ettiği Osmanlı orduları Anadolu’yu, Avrupa güçlerinin işgalinden kurtarmanın yanında; Anadolu’yu, İtalyan, Fransız Yunan ve Ermeniler arasında bölüştürmeyi ve deniz yollarının (İstanbul ve Çanakkale Boğazları) uluslararasılaşmasını öngören Sevr Antlaşması’nı boşa çıkarmayı başarmıştı. Türk ordusu, Osmanlı döneminde imparatorluğun varlığını savunmak, Osmanlı sonrası dönemde ise batılı müttefiklerin ihtiyaçlarını karşılamak için modernleştirme sürecinden en büyük payı alan kurumdu. Bütün bu etkenler, Türkiye Cumhuriyeti’nin serüvenindeki askeri kurumun rolünün sağlamlaşmasına yol açmıştır.

 

 

MODERNLEŞME SÜRECİNİN AKTÖRLERİ

Modernleşme serüvenine ve yukarıda anlatılanlara bakıldığında, modernleşme ve modern Batı meydan okuyuşuna gösterilen tepkide rol alan ana (yapısal) aktörleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Sömürge projesi hegemonyasının ve Batı’nın askeri, ekonomik ve siyasi üstünlüğünün baskısı altında kalan ve bu büyük meydan okuyuşlara gösterilecek tepkiyi formüle etmek konumunda olan yönetici ve karar alıcı kadrolar.
  2. Modernleşme sürecinden zarar gören ve menfaat, cehalet ya da modernleşme sürecinin zararlı etkilerine maruz kaldıkları için en ufak değişikliğe bile karşı çıkan geleneksel güçler.
  3. Avrupalılaşma ve laik, liberal, kapitalist ve sosyalist fenomenleriyle Avrupa model ve tecrübesi ile tam olarak bütünleşme taraftarları.
  1. Batı ile ilişkili kesimler ve elitler: Beşinci kol, çıkar grupları, şirketlerin acenteleri, kapitalist dünya piyasasına katılanlar.

Modernleşme ve İslamileştirme taraftarları: Çağdaş Batı meydan okuyuşunu kavramak,  Batı düşüncesini kritik etmek, dini, fikri ve kültürel yenilenmeye dayalı bir etkileşim modeli sunmak.

Fikri olarak incelemeye çalıştığımız bu konunun doğası, “Avrupalılaşma” ve Batı ile bütünleşme savunucuları veya modernizasyon ve İslamileştirme taraftarlarından seçkin entelektüeller üzerinde yoğunlaşmayı zorunlu kılmaktadır.

Avrupa’ya yöneliş ilk başta, oradaki endüstriyel ilerleme, politik sistem, parlamenter ve anayasal siyasi hayat, kuvvetler ayrılığı ilkesi ve özgürlük alanları gibi açılımlarla ilişkili olarak başlamıştır. Ancak modernliğin fenomen ve kapsama alanları sanayi ve siyaset ile sınırlı değildir, aksine aynı zamanda düşünce, dünya görüşü, kültür, sanat, kadının toplum ve eğitim ve hayatındaki konumu ve Avrupa deneyimine vâkıf olanların dikkatlerini çeken daha başka sosyal alanları da kapsamaktadır.

Birinci Yöneliş: Avrupalılaşma ve Avrupa  ile Bütünleşme

Bu yönelişi savunan tüm düşünürlerin isimlerini burada sayamayacağız. Ancak Lüban’lı Şibli Şimeyyil’i (1850-1917) Batı kültürünü bütünüyle olumlu karşılamayı ilk savunanların başında görmekteyiz. Şimeyyil on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Fransa’ya gitmiş ve Darwin’in evrim teorisi (fantezisi)  kafasına yerleşmiştir. Daha sonra Alman doktor ve filozof Ludwig Büchner’in (1824-1899) teoriye yazdığı şerhi Arapçaya tercüme etmiştir. Böylece Şimeyyil, İsmail Mazhar, Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” adlı kitabını tercüme etmeden önce teoriyi Arap kültürüne aktaran ilk kişi olmuştur. Şimeyyil Osmanlı Sultanı II Abdülhamid’e “şikayet ve umut” başlıklı bir mektup göndermiş. Mektubunda Osmanlı İmparatorluğunun bilim, adalet ve özgürlükten yoksun olduğunu söylemiş, ‘dini’ ve ‘otoriter yönetimlerin’ bozuk olduğunu ve doğal olmadıklarını savunmuştur.

Keza, dini yönetimlerin, insan aklının sağlıklı bir şekilde gelişmesini engellemek için otoriteyi kullandıklarını, otoriter yönetimlerin ise bireylerin haklarını tanımadıklarını, bu iki tarzın da aklın donmasına yol açtığını ve ilerlemeyi engellediğini söylemiştir.

Şimeyyil, Reşit Rıza ve Arap Islah/reform Hareketi’nin de liderlerinin yer aldığı ’Osmanlı Adem-i Merkeziyet Partisi’nin lider kadrosunda yer almaktaydı.

Şimeyyil, modern bilimleri, üstünlük elde eden Batı uygarlığının üzerinde yükseldiği temel olarak değerlendirmiş ve tereddütsüz bir şekilde ondan istifade edilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mısır’da Ahmed Lütfi Es-Seyyid (1872-1963), batılılaşmayı savunmaya, Mısırlıların aidiyetini oluşturan bir temel olarak, (Akdeniz uygarlığının bir parçası olan)  Mısır ulusçuluğuna davet etmekle başladı. Fasih Arapça yerine Mısır (Ammi) lehçesinin kullanılmasını istemiş ve 70’li yılların sonunda Fransa’nın Almanya’ya karşı (1870) savaşı kaybetmesinin akabinde gerileyen Fransız liberal okulunun/ekolünün etkisinde kalmıştır. Belki de bu olay, Lütfi Es-Seyyid’in İngilizlerin Mısır’ı işgali karşısında hissettiği yenilgi psikolojisini ve içe kapanmaya davet etmesinin arkasında yatan sebepleri açıklamaktadır. Bununla beraber daha sonra liberal aydınlar kuşağının hocası olarak adlandırılmış ve Mısır liberalizminin babası olarak görülmüştür.

Selame Musa (1887-1958) ise Mısır’da sosyalizmin öncülerinden biri ve Batı kültüründen beslenmiş, fasih Arapçanın yerine Mısır lehçesinin kullanılması gerektiğini savunmuş, hatta (Abdulaziz Fehmi ile beraber) geleceğe yönelik bir sıçrama sağlayacağını düşünerek Arapçanın Latin harflerle yazılması çağrısında bulunmuştur. Her ne kadar o bu çağrısını Mısırlıların genelinin okur-yazar olmaması ile gerekçelendirmiş ise de onun bu çağrısı, Arap-İslam medeniyetinin duvarında ve ümmetin vicdanında oluşan bir çatlak olarak kabul edilmiştir. Aslında onun bu tavrı, Batı’dan ne kadar fazla etkilendiğini ve topluma karşı ne kadar küskün ve kızgın olduğunu göstermektedir. Selame Musa 3 yıl Fransa’da kaldığı sırada Voltaire’in (1694-1778) düşünceleriyle tanışmış ve Karl Marx’ın (1818-1883) fikirleri hakkında bilgi sahibi olmuş, ardından İngiltere’ye gitmiş ve orada kaldığı dört yıl içerisinde (Sosyalist) Fabian Derneğiyle tanışmıştır. Burada bu derneğin en önemli mütefekkirlerinden ve   İslam Peygamber’inin (sav) insanlığın problemlerini çözmedeki yöntem ve kabiliyetini öven George Bernard Shaw (1856-1950) ile bir araya geldi. Selame Musa bu arada Darwin’in evrim teorisini benimsemiş, Batı ile tamamen benzeşen/özdeşleşen ve kendi toplumu ile çatışan fikirler ileri sürmüş, hatta “Hadi yüzümüzü Avrupa’ya çevirelim ve felsefemizi onların felsefesine göre yapalım” demiştir. Değişim ve gelişime açık olmasından dolayı dinin  ehemmiyetini küçümsemiş, onun ilahi bir kaynak olmayıp bilakis beşerî olduğunu iddia etmiş ve bu düşüncelerini şu ifadeleriyle formüle etmiştir: “Bu kâinatta insanın aklından başka dayanacağı bir şeyi yoktur. İnsan,  kadere boyun eğmek yerine kendi kaderini kendi belirlemeli”.

Taha Hüseyin de (1889-1973), batıya hayran olduğu dönemde Batılılaşma tezlerinin formüle edilmesine katkıda bulunmuştu. Nitekim “Mısır’da Kültürün Geleceği” adlı kitabında şöyle diyor: “Yol açık, net ve düzdür. Eğrisi ve kıvrımı yoktur. Bu yol çoklu değil, tektir. Yol, Avrupalılarla eşit durumda ve iyisiyle, kötüsüyle; tatlısıyla, acısıyla; sevileniyle ve sevilmeyeniyle, övüleniyle, ayıplananıyla medeniyette ortak olmamız için onlar gibi davranıp onların yürüdüğü yolda yürümemizdir”. Bu hayranlık ve tamamıyla teslim olma, Fransa’da okuduğu sırada (1914-1918) başladı.  Orada İbn-i Haldun’un sosyal felsefesi’yle ilgili tezinin danışmanı Fransız sosyolog Durkheim’la (1858-1917) tanıştı.

İkinci Eğilim: Modernleşme ve İslamileştirme Taraftarları

Tecrübeli Osmanlı bürokratı Hayrettin Paşa et-Tunisi (1820-1890), 19. yüzyılda ıslah ve modernleşmenin öncülerindendi ve çalışmaları devlet işleri, idare ve yönetim üzerinde  odaklanmıştı. Onun fikirleri, yaptıkları ve reformlarına değinmeden modernleşme ve Tanzimat döneminden bahsedilemez. Reformist fikirlerinin birçoğuna “Ekvemu’l-Mesalik li Ma’rifeti Ahvali’l-Memalik” adlı kitabında yer vermiştir.

Hayrettin’e göre ıslah hareketi iki ilkeye dayanıyor:

Birincisi, zamanın ve Müslümanların şartlarına uygun ve Şeriatın sabit hükümleri ile uyumlu olarak İslam hukukunda yenilenme ve İçtihadın zorunluluğu. Hayrettin, Müslüman âlimlere ”es-Siyasetu’ş-Şer’iyye” kavramını genişletme çağrısında bulunmuştur.

İkincisi, Avrupa’daki bilgi ve kentleşme yol ve yöntemlerinin kullanılmasının zorunluluğu. Çünkü bunlar toplumun kalkınmasının yoludur. Şayet bu yol, devletin özgürlük ve adalet temelleri üzerinde kurulmasını gerektiriyorsa bu gerçekleştirilmelidir; zira bunlar İslam’ın asli unsurlarıdır.

Hayrettin, reayayı (vatandaşlar) yönetmede, adalet temeline dayalı genel bir ıslahın (reform) yapılması, zulüm ve haksızlık görüntülerinin ortadan kaldırılması çağrısında bulunmuş, bunun da şuranın ve yönetim erklerinin çeşitliliğinin esas alındığı bir yönetim biçimiyle olabileceğini savunmuştur.  Ona göre, bir insan ülkenin yönetiminde ve işlerin icrasında ne kadar güçlü, etkili ve üstün yetenek ve yeterliliğe sahip olursa olsun tek başına idare etmemeli. Zira  otoriter ve tek adam yönetimleri zulme yol açar. Hayrettin, bu ıslahatların başarılı olması işin milletin kendi sorumluluklarının bilincinde olması, özgürlük alanlarını iyi kullanması, işlerin işleyişini gözetleyip kontrol etmesi ve haklarını aramasının şart olduğunu ifade etmiştir.

Hayrettin’in geride bıraktığı en bariz eserlerinden biri 1861 de hazırladığı  Anayasa taslağıydı.

Bu taslağın başlıca maddeleri şöyle sıralanabilir:

  • 1857’de çıkarılan “Eman” sözleşmesinin gereklerine bağlılılık.
  • Yasama yürütme, ve yargı erklerinin ayrılması.
  • 5 yıllığına atanan 60 üyeden oluşan “büyük konsey”in oluşturulması. Bu konseyin görevleri arasında, kanun hazırlama, gözden geçirme, ayıklama, yorumlama, performans onaylama, bakanları denetleme ve bütçe taslağını inceleme gibi faaliyetlerde bulunması gibi hususlar bulunmaktaydı.
  • Yargı faaliyetini icra edecek bir mahkeme ağının kurulması.

Ayrıca 1875 yılında ez-Zeytûne Üniversitesi’nin geleneksel metotlarını modernize etmek maksadıyla Sadıkıyye okulunu kurdu. Bu okulda yabancı dil, Matematik ve doğa bilimleri okutuldu.

Diğer taraftan şeyh Rifaa et-Tahtavi (1801-1873), özellikle Fransız medeniyetine karşı erken büyülenme döneminden sonraki erken modernleşme dönemi Müslüman düşünürlerinin önemli bir modelini temsil eder. Modern/çağdaş Mısır’da eğitimin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Dönemin el-Ezher Şeyhi, Şeyh Hasan el-Attar (1766-1853) 1826 senesinde onu Fransa’ya eğitim için gönderilen öğrenci grubu ile beraber imam ve vaiz olarak göndermeyi düşünmüştü. Batı medeniyeti hakkındaki ilk ve erken izlenimlerini “tahlisu’l-ibriz fi telhis-i bariz” adlı kitabında yazmıştır.  Tahtavi orada beş yıl kalıp Mısır’a döndükten sonra bir çeviri okulu açtı ve daha sonra burası ”el-Elsun (diller) Okulu” oldu. Okulda matematik, doğa bilimleri ve beşerî bilimler bölümlerini kurdu. Bilimsel bölümlerde derslerin Arapça diliyle okutulması kararını çıkardı. Böylece köklere bağlı kalmak/özgünlük ile çağdaşlaşmayı birleştirmeyi başardı. Ayrıca el-Vekaiu’l-Mısrıyye Gazetesini Türkçe yerine Arapça olarak çıkardı.

Onun sayesinde ilmi hareket, özellikle diğer dillerden yapılan tercümelerle tekrar canlandı. Fransız hukukunu tamamen Arapçaya çevirdi. Ancak onun harcadığı bunca çabalar onu iki defa yöneticilerin baskısından koruyamadı. Birincisinde Sudan’ın Tuker bölgesine sürgün edildi. Ancak o buna rağmen tercüme ve entelektüel düşünce üretmeye devam etti.

Aynı durum, Reşit Rıza’nın hocası Husyen el-Cisr’in başına da geldi. Nitekim o da Lüban’ın Trablus şehrindeki Ulusal İslam Okulu’nda, dini ilimleri, matematik ve tabii ilimlerle birleştirmeye kalkışınca benzer hadiseleri yaşadı. Bu da bu gibi çabaların akim kalmasının arkasında yatan sebepleri sorgulamayı gerektiren bir durumdur.

Acaba hedeflenen şey ümmetin kültürel boyutuna ilişmeden batı medeniyetinden istifade etmek miydi?!

Tahtavi, kendisinden sonra gelecek olan ve Mısır kadınının özgürlüğünü savundukları düşünülen kimselere bir model sunmak istedi. Bu bağlamda kendi  evlilik akdini düzenlerken bazı maddeler koydu. Bu maddelere göre şayet kendisi ikinci bir evlilik yaparsa eski eşi boşanmış sayılacak. Keza eşi,  aralarındaki mevcut sevgiyi koruduğu sürece asla başkasıyla evlenmeyecek ve cariyelerle bir ilişki kurmayacak.

Mısır’da Tahtavi’nin etkileri daha sonra gelen düşünürlere de uzanmıştır. Bunların arasında anayasal ve siyasi reformları savunan el-Kevakibi ve Afagani’yi, İmam Muhammed Abduh ve talebesi Reşit Rıza’yı sayabiliriz. (Hasan el-Benna da Reşit Rıza’dan etkilenmişti). Muhammed Abduh (el-Urabi Hareketi zamanında) eski Milli parti için bir parti programı hazırlamıştı. Bu programda şu ifadeler yer alıyordu:

“Bu parti Hıdiv Hazretlerinin yüksek cenaplarına itaat eder. Parti, Hıdiv yönetiminin, Eylül 1881 de Mısırlılara verdiği söz gereği adalet ve şeriat kanunları çizgisinde kaldığı sürece otoritesine destek vermeye kararlıdır. Parti bu itaatini, tiranlığa ve Mısır’a zillet mirası bırakan zalim yönetimlere bir daha geri dönmeme kararlığına bağlamaktadır. Parti, Hıdivlik makamından söz verdiği üzere şûra ile yönetmek ve mısırlıların önünü açmak gibi bütün sözlerin tutulmasını ısrarla istediği gibi kendisinden dürüstlük ve bütün işlerde iyi davranmasını talep etmektedir. Parti, hem gönülleriyle hem de bedenleriyle desteklerken kendisini, tiranlığa, ümmetin haklarını çiğnemeye ve verdiği sözleri tutmamaya teşvik edenlere kulak vermemesi konusunda uyarmaktadır.”

Bu ana akım, yirminci yüzyılda gelişme göstererek Batı modelini eleştirme; kapitalist model ve Batı egemenliğinden bağımsız ‘modernist’ tezleri sunma yönünde bir gelişme kaydetti. Bu tezlere onlarca düşünür katkıda bulundu. Bu düşünürleri ve eserlerinin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

  • Seyyid Kutub: (Rönesansın/Uyanışın Vazgeçilmez Şartı Olarak İslam)
  • Malik bin Nabi (Rönesans’ın Nesnel Şartları)
  • Muhammed Muhammed Hüseyin: (Batılılaştırma ve Fikri Mücadelenin Tarihi ve Eleştirisi),
  • Muhammed Ebu el-Kâsım Hac Hamad (Liberalizm ve Marksizm’in Eleştirisi, İkinci İslam Evrenselliğinin Savunusu, Kur’an’da Bilgi Metodolojisi);
  • Abdulvahhab el-Mesiri (Siyonizm’in Tahlili/Analizi, Materyalist Düşünce ve Laikliğin Eleştirisi ve Yeni İslami Söyleminin Ortaya Konması);
  • Ayrıca Washington’daki Uluslararası İslam Düşüncesi Enstitüsün ekolünden; İsmail el-Faruqi, Abdu’l-Hamid Ebu Süleyman, Taha Cabir el-Alvani, Mona Abu’l Fadl, Cemal Berzenci, Hişam et-Talib’in eserleri: (Bilginin İslamileşmesi ve Sosyal Bilimler Programlarının İslamileştirilmesi, İki Okumayı Birleştirme, Kur’an Metodolojisi, Müslüman Aklın Problemleri).
  • Adil Hüseyin (Ekonomik, gelişimsel ve değişim düşüncesi);
  • Münir Şefik (İslam’dan Kaynaklı Devrim Teorisi);
  • Muhammed İkbal (Dini Düşüncede Yenilik);
  • Ali Şeriati (din sosyolojisi, Batı Düşüncesinin Eleştirisi);
  • Hamid Rabi’ (İslami Siyasi Düşünce);
  • Muhammed Abdullah Draz, Abdü’l-Halim Mahmud ve Rüşdi Fekkar (Din, Vahiy ve Felsefe Çalışmaları);
  • Aliya İzzetbegoviç (Materyalist Düşünce Eleştirisi ve İslam’ı İnsani Boyutuyla Sunmak).

Saydıklarımızın dışında Batı ile temas veya Batının akademik, entelektüel, politik ya da ideolojik olarak meydan okuyuşuna maruz kalma bağlamında gelişmiş onlarca düşünce projesi vardır.

Kanaatimce, Seyyid Kutup, seçkin kişisel ve entelektüel deneyiminin yanı sıra, geleneksel Arap-İslam eğitimi alması nedeniyle belki de yirminci yüzyılın ikinci yarısında bu düşünürlerin en önde gelenlerindendi. Seyyid Kutup ünlü bir edebiyat eleştirmeni ve üst düzey modern bir düşünür idi.

Modern ve ideolojik teoriler oluşturma araçlarına; İfade, işaret, sembol ve mazmun zengini bir ifade gücüne sahipti.

Seyyid Kutup, otuzlu yıllarda kısa bir liberalizm deneyiminden sonra hem Kapitalizm hem Komünizm modellerinin doğu ve insanlık için tehlikesini erken keşfetti.  Bu vesile ile “İslam Ve Kapitalizm Arasındaki Savaş” adlı eserini kaleme alarak kapitalizmin zulmüne ve onun zayıf ve seçkinleri komünizme doğru itmedeki rolüne dikkat çekti. ”İslam’da Sosyal Adalet”i toplumsal problemlere bir çözüm olarak gördü.

Kırklı yıllarda, aralarında 23 Temmuz 1952 hareketinin subaylarının da bulunduğu Mısır ulusal hareketinin gençlerini konuları ve söylemleri etrafında toplayan fikri bir hareketin liderliğini yapı. Hatta bu hareketten önce de entelektüel bir ilham kaynağı oldu. Onun birçok fikri, Mısır ulusal hareketi programına girebilmişti.

Onun Batı medeniyeti hakkındaki fikirleri çalışmalarında, özellikle de “İslamî Tasavvurun Özellik ve Dinamikleri” adlı eserinde netleşmişti.   O, İslam’ı medeniyet için bir ön şart olarak kabul ederek, dini kamusal alandan uzaklaştırmayı reddediyor ve din ile yaşam arasındaki “talihsiz kopukluğu” eleştiriyor ve şöyle diyordu:

“Bu Avrupa medeniyetinden ne kadar nefret ediyor, Hor ve hakir görüyorum, onun tarafından aldatılan ve tehlikelere sürüklenen insanlığa acıyorum. Bir parıltı, gürültü ve kaba bir maddi metadan ibarettir. Bu gürültü içinde ruh boğuluyor, vicdan donuklaşıyor; hayvani içgüdüler ve dürtüler serazat, sarhoş ve kırmızı ışıklarla tahrik olan İspanyol boğaları gibi sağa-sola yalpalıyor. Ruha mutluluk, gönle huzur vermeyen, kalbi doyurmayan, hatta en azından insanlığın can sıkıntısını, kaygısını ve endişesini gidermeyen alet, makine ve icatların ne değeri var ki!?”

Hadara (uygarlık) ile medeniyet ikilisi/ikilemi

Bütün bu söylenenlere rağmen Seyyid Kutup ve bu yönde düşünen entelektüeller ”Avrupa medeniyeti” ile ”Avrupa uygarlığı”nın farklı kavramlar olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre Medeniyet, tabii bilimler, çeşitli sanayi dalları, üretim, buluşlar; eğitim, ekonomi, yönetim ve halk sağlığı alanında ilerleme; başta kadınlar olmak üzere dezavantajlı sosyal grupların gelişmesi; yoksulluk, cehalet ve geri kalmışlık ile mücadele; manevi kuvvetin yanında maddi güç vasıtalarını kullanmakla ilgilidir.  Bunlara göre, Avrupa’nın dünya görüşüne, bu görüşün dinamikleri olan modernist felsefe, materyalist düşünce, pragmatist ahlak, peygamberliği bir kenara atma veya hor görme, maneviyattan yüz çevirme, zevkleri tatmin konusunda aşırı özgürlükçülük, şiddet ve zayıf milletler üzerinde baskı kurmak gibi handikaplara düşmeden Avrupa medeniyetinden istifade edilebilir.

Bu düşünürlerin bazıları ’Avrupa medeniyeti (المدنية) fenomenlerinin ’Avrupa uygarlığı’nın (الحضارة) temel felsefi teorileri, algıları ve dünya görüşünden arındırılıp ayrılabileceğini zannetmiştir. Ancak çağdaş kuşak düşünürleri, Avrupa uygarlığının öncülleri veya alt yapısında saklı bulunan teorileri ile Avrupa medeniyeti ve bu medeniyetin kültürel ve bilimsel” ürünleri arasında bu tür bir ayrılığın imkânsız olduğunu fark etmiş ve dünyaya egemen olan Avrupa evrenselliğindeki itikadî ve ahlaki sapma örneklerini tespit etmişlerdir. Bunlar Avrupa medeniyetinde çeşitli şirk, batınilik, hulul, benliği referans alma ve referans akışkanlığı/esnekliği gibi sivil hayatın, sosyolojinin ve uygarlığın bozulmasına yol açan hususlara parmak basmış; sömürme, köleleştirme, ırkçılık, istismar, tekelcilik, ötekini yok etme gibi hususları fark etmiş ve Avrupa tecrübesinin, kökleri itibariyle dünyanın çeşitli yerlerindeki emperyalist yerleşimci projeleriyle bağlantılı olduğunu tespit etmişlerdir.

Görülüyor ki, bu düşünürlerin her birisinin tecrübesi diğerlerinden farklı bir çizgide cereyan etmiştir. Öyle ki hiç birinin deneyimini, diğerlerini kapsayacak şekilde genellemek mümkün olmuyor. Nitekim bunlardan kimileri tamamıyla Batı kimliğine bürünecek kadar ileri seviyede Batı’ya ve Batı kültürüne karşı hayranlık besleyerek düşünce yolculuğuna başlamış, diğer bir kısmı ise Batı’da yaşadığı akademik tecrübesine karşı son derece dikkatli davranarak Batı ile ilgili bakışını sunduğu forma ulaşıncaya kadar adım adım ilerlemiştir.  Diğer bazıları ise Doğudaki bir takım hareket ve siyasi partiler tarafından benimsenen dış kaynaklı ideolojiler aracılığıyla Batı ile alışveriş yapmış ve bu yolla eksik ve çelişkilerini keşfetme imkânı bulmuş, doğası itibariyle farklı belki de çelişen tarihsel ve kültürel bağlamlar arasında sosyal modeller ve deneyimlerin transferinin imkânsızlığı ilkesinden hareketle Müslüman bir toplumda etkin olacak sosyal-siyasi modeli keşfetmeye çalışmışlardır. Fakat bu düşünürlerin birçoğu, erken bir dönemde hayranlık ve kimliksel teslimiyet ruh haletinden sıyrılarak psikolojik ve kültürel dengelerini tekrar kurmuş, örneğin hikmet temelli insanlık ortak alanlarında buluşmanın mümkün olduğu fikrine ulaşmış, her hangi bir yenileme veya alıntı yapma girişimi esnasında dikkate almaları gereken halklarının ve kültürlerinin özelliklerini keşfetmişlerdir.

Bu entelektüel projelerin bazıları arasında kesişimler veya ortak alanlar olduğu muhakkak; çünkü birden fazla düşünürün ve araştırma kurumunun ümmeti ilgilendiren aynı konuları ve meydan okuyuşları ele alması neticesinde ilgi alanlarının ve vardıkları içtihatlarının kesişmesi, hatta  aynı sonuçlara ve kanaatlere varması doğaldır.

Entelektüel ve Reformist Çabaların Haritası

  1. yüzyıldan yakın zamana kadar Müslüman düşünürler ile Batı arasındaki etkileşimin başlamasından bugüne kadar, entelektüel çabaları farklı alanlara dağılmış ve onların ele aldıkları konular birçok önemli alanı kapsamıştır. Hatta onarın çabaları modernleştirme ve süregelen zorlukların karşısında ümmeti ayağa kaldırma sürecini geçekleştirmek için gerekli olan alanların (hepsi olmasa da) çoğunu kapsamaktaydı.

Bu bağlamda, bu çabaları çeşitli eksen, çizgi veya alanlar halinde sınıflandırılabilir.

İdare, Yasama ve Yönetim Reformu

Islahatçılar en başından beri, devlet işleri, idarenin modernleştirilmesi, yönetim reformu ve Batının uyguladığı anayasalar, yasalar, parlamentolar, özgürlükler, sistemler, reformlar, kurumlar, adaletin inşası, beşerî ve ekonomik kaynakların iyileştirilmesi, kamu maliyesinin kontrolü ve ordunun modernizasyonu, gibi hususlarla ilgilenmişlerdir.

Bunlar, Tanzimat çağından beri uygulamaya konmuş ve bunun etrafında kullanılabilen veya üzerine inşa edilebilen olgun bir tecrübe, uygulama ve literatür birikmiştir.

Fikri ve Akademik Üretim

Müslüman dünya, İki asır boyunca misyonerlik, Oryantalizm ve entelektüel istilasının sert dalgasına maruz kaldı.  Bu dalga tevhit anlatısının temellerini ve ana kabullerini baltalamaya çalışmış ve her türlü kutsalı ve ümmetin inanma konusunda ittifak ettikleri her şey etrafında şüphe uyandırmaya çalışmıştır.

Ulema ve mütefekkirler bu dalganın karşısında pozisyon alarak ” İslami Savunma Hareketi” adıyla bilinen bir karşı hareket başlatmış ve ümmete tekrar kendisini toparlama ve kendine güvenmesini sağlamıştır. Bunu, İslami ve Arapça ilimlerinin müfredatını modern ve akademik bir yaklaşımla yeniden kuran entelektüel projeler takip etmiş ve Müslüman düşünürler, Batı tecrübesini ve sömürge olgusunu araştırma ve çözümlemeye önemli katkılar sunmuştur.  Böylece sosyal ve beşerî bilimlerde dünyanın kat ettiği gelişmelere ayak uyduracak şekilde ve bu alanlarda yüksek seviyede bir eğitim sistemini inşa etmeye yetecek miktarda entelektüel ve yenilikçi bir üretim birikmiştir. Ancak ne yazık ki bu üretimin büyük bir bölümü eğitim müfredatına girememiştir.

Bilim ve teknolojinin transferi

Özellikle tabii ilimler ve teknikleri, mühendislik ve endüstri dalları, araştırma- geliştirme tekniklerini öğrenmeleri için talebeler iki asırdan beri sanayileşmiş Batı ülkelerine, gönderildi ve halen gönderiliyor. Müslüman akademisyenler çeşitli disiplinlerde en yüksek dereceleri aldılar.  Ümmetin elinde en yüksek teknolojileri kavrayabilecek ve geliştirebilecek kapasitede bilim adamları ve araştırmacılar oluştu. Fakat bu potansiyel fiiliyata geçemedi. Zira bilimsel ve teknik ilerleme “zihinsel” bir süreç değil “tarihsel” bir süreçtir. Yani bağımsızlığa, özgürce karar verebilmeye, milli iradeye, tecrübe birikimine, ham madde teminine, ümmet pazarlarının ürettiği mallara karşı açık olmasına ve rekabet edebilmesi için ithal üretimlerden korunmasına ihtiyaç vardır.

Mücadele ve Kurtuluş Deneyimleri

Entelektüel projeler, ümmetin, öz kimlik bilincinin gelişmesi, Avrupa’nın sömürüsü ve direkt hâkimiyetine karşı milli kurtuluş mücadelesine girişmesi için gerekli olan olgunluğun oluşmasına yardımcı olmuştur. Geçen yüzyılın yetmişli yıllarının başlangıcından itibaren, son sömürge güç ve yönetimleri Arap ülkelerinin bütününden (elbette Filistin hariç) çıkmış oldu. Fakat onların stratejik, siyasi ve ekonomik hâkimiyetleri hep devam etti. Hatta son kırk yılda daha da arttı.  Sömürge yönetiminin arkasından gelen yönetici seçkinler, bu bağlılığı daha da sağlamlaştırmak ve korumak için el ele verdiler. Bu seçkinler gelişime ve tam kurtuluşun önünde aşılmaz bir engel haline geldi.

Sonuç olarak

Denebilir ki: Şayet İslam dünyası, tam bağımsızlık, irade özgürlüğünü elde edip bağımlılık boyunduruğundan kurtulabilseydi, ortaya konan ıslah çabaları ve fikri projeler,   modernleşme ve ilerleme sürecini tamamlaması için gerekli olan şartların büyük bir bölümünü tamamlamış, entelektüel ve pratik uyanış farklı yönleriyle birlikte temin edilmiş olacaktı. Fakat şimdiye kadar bunun gerçekleşmesini engelleyen bir takım engeller olmuştur.  Bunlar:

– Batı’nın İslam dünyasına nüfuz ve sızma hareketinin devam etmesi ve emperyalizmin İslam âleminin kararlarına, geleceğine ve yöneten seçkinlerine tamamıyla hâkim olması.

– Yönetici seçkinlerin yozlaşması, büyük emperyalist devletlere teslim olması ve ümmetin  ve halklarının aleyhine başkalaryla işbirliği yapması.

– Günümüzdeki toplumsal hareketlerin, özellikle de İslami hareketlerin; ümmeti, Batının ve yozlaşmış seçkinlerin egemenliğinden kurtulması için gerekli olan değişim ve tarihsel dönüşümlere teşvik etme ve bilinçlendirme konusundaki başarısızlığı. Önceki reformist ve entelektüel çabaların görmezden gelinip istifade edilmemesi, fikrin ve içtihadın (fikri çabaların) kurutulması, azınlık bir grubun kitlelerle ilgili kararları tek başına vermesi, yönetici ve aydın kadroların ümmetin genel kitlesinden kopuk olması bu başarısızlığın sebeplerinden sadece bir kısmıdır.

Başa dön tuşu