Uncategorized @tr

Tevhid kavramı

Tevhid kavramı “وحد” kökünden gelir ve sözlüklere baktığımızda şu ifadeleri buluruz: (وَحِدَ) yalnız kaldı ve (وَحَّدَ اللهَ سبحانه) Allah’ın Bir olduğuna ikrar etti. (وَحَّد الشيء): onu bir haline getirdi ve birleştirdi[1]. (استوحد): bir/tek oldu. Görülüyor ki (توحيد) kelimesi (ال) ile kullanılıp (التوحيد) dendiğinde hususi olarak Cenab-ı Allah’ın birliğini ifade eder. Bu kelimenin diğer kullanımlarında ise bir kayıtla birlikte kullanılması gerekmektedir. Örneğin: توحيد الكلمة (sözbirliği), توحيد الآراء (görüş birliği) veتوحيد الأمة  (ümmetin birliği).

Tevhid terimi (التوحيد) ise şöyle tanımlanmaktadır: “Allah’ı rabb olarak tanımak ve onun ’bir’ olduğunu kabul edip onun eş ve benzerini tamamen reddetmek” olarak tanımlar; tevhid bu anlamıyla yalın bir gerçek olup sadece Allah’ı (CC) Rab bilip ondan başkasının rab olmasını reddetme yörüngesi etrafında dönmektedir[2].

“Tevhid” kavramı orta bir din olan İslam’ın en hususi özelliklerindendir. Zira Tevhid İslam’ın kapısı ve özüdür. Hiçbir kimse bu kavrama inanmadan İslam’a giremez. Hiçbir kimsenin imanı Tevhid kavramını gerçekleştirmeden makbul olmaz. Cenab-ı Allah (CC) buyuruyor ki: (Kim ki Allah’a ortak koşarsa Allah ona Cennet’i haram kılmış/kılar ve onun kalacağı yer Cehennemdir. Zalimlerin bir yardımcısı yoktur) (maide: 72).

Bu ve başka sebeplerden dolayı da “Tevhid” kavramı İslam’ın bütüncül bakışını tesis eden kavramlardan biri olmuş ve bundan dolayı da “tevhid” Kur’an’ın yüce hitabının temelini teşkil eden “Ana maksatlardan” biri olmuştur. Nitekim Kur’an bu kavramın belirleyici unsurlarını ve gerektirdiği hususları “orta yol” (ifrat ve tefritten uzak) bir bakış açısıyla net olarak ortaya koyar.  Bu bakış açısı Tevhid kavramına netlik ve güç kazandırmış ve tarih boyunca milyonlarca Müslümanın vicdanında kök salan bir kavram olmasını hedeflemiştir.  Dolayısıyla Tevhid kavramı “Orta Ümmet” (İslam Ümmeti) nezdinde “orta yol” (ifrat ve tefritten uzak) olması, âlemlerin rabbine layık üstün bir tasavvur vermesi, net olması ve muğlak olmaması bakımından farklılık arz eder. Bütün bunlar tevhid ümmeti diye bilinen “Orta Ümmet” nezdinde tevhid kavramı etrafında bir ihtilafın olmamasına yardımcı olmuştur. Bu da tevhidi, zaman ve mekân farklılıklarına rağmen Ümmeti birleştiren bir kavram haline getirmiştir.

Tevhid kavramı din ve akide ile irtibatlı kavramların en meşhurlarındandır. Bundan dolayı da aklî nazar ve vahiyden alma temeline dayanan “itikad”ın tam merkezinde sayılmaktadır. Nitekim kişi başta tevhid hakikatini anlamaya yönelir ve Rububiyetin Allah’a mahsus olduğunu ve sadece O’nun ibadete müstahak olduğunu idrak eder. Bunu idrak edip aklıyla kavrayıp kalbiyle ikna olduğu zaman bunun gereği olarak vahyin getirdiği mana ve hükümlere itaat etmeye davet edilir.

Dolayısıyla tavhid kavramı da İman, Gayb, Peygamberler ve Ahiret Günü kavramları gibi Akide (inanç) kavramları ailesine mensuptur.

Bütün bu kavramların dayandığı iki temel dayanak vardır. Bunlar: akıl ve nakil esaslarıdır. İçlerinde tavhid kavramının da bulunduğu akide kavramları arasında Hristiyan üçlemesinde olduğu gibi akla ve mantığa ters düşen bir kavram yoktur. Aynı zamanda insanların ortaya koyduğu doktrinlerdeki gibi nakilden uzak bir düşünce de değildir. İşte Müslümanlardaki akideyi ayıran özellik de budur. Yani o hiçbir tarafın diğerine baskın gelmeyeceği bir şekilde Akılcılık ile vahyin yol göstericiliği arasında bir denge noktasında durmaktadır.

Tevhid kavramının inşasını gerektiren iki unsur vardır.

Birincisi: İslam Ümmet’inin yapması gerekli olan Peygamberlerin getirdiği tevhide davet etme görevi. Buna bakılırsa tevhid kavramı İslam’î bakış açısına göre bu dinin önemli ayırıcı özelliklerinden olması gerekmektedir. Ne var ki bu mana bir çok kimse nezdinde tam net değildir. Nitekim bazılarına göre Yahudi ve Hristiyan’lar da “muvehhid” sayılırlar. Bunun anlamı ise şudur: “herkesin kendi inancına sıkı tutunmasına gerek yoktur. Sonuçta hepsi de tek bir Rabb’e ibadet etmektedir”.  Bundan dolayı bakıyoruz ki bazı kimseler “dinlerin birliğine” ve adı geçen dinlerin arasındaki ihtilaf noktalarını gidermeye davet ediyor ve bu yolda engel olarak gördükleri hususları, -ister bunlar bir takım belli tavır ve duruşlar olsun ister “Kim İslam dışında bir din ararsa bu ondan kabul edilmez”. (Ali İmran: 85)  şeklindeki mukaddes metinlerden biri olsun- ortadan kaldırmak istiyorlar.

Bundan dolayı Müslümanlara göre Tevhid kavramının ayırıcı özellikleri net olarak ortaya konmalı ki İslam’a göre tevhide davet edildiğinde üzerini kaplamış ve doğru bir şekilde görülmesine engel olan toz bulutları dağılsın.

İkinci unsur ise: her Müslümanın bu kavramla ilişkisini hem inanç hem amel bakımından yenilemesinin önemi ile ilgilidir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi bu kavramın hadd-i zatında diğer bâtıl inanç ve kavramlar karşısında neleri kapsadığının net olarak bilinmesi ve kesin olarak inanılmasına bağlıdır.

Tevhid Hz. Adem’den (a.s) Hz. Muhammed’e (S.A.V.) kadar gelen bütün Peygamberlerin davetidir. Kur’an diyor ki: (her ümmette Allaha kullukta bulunun ve tağuttan uzak durun diye haber veren bir elçi gönderdik)(Nahl: 37). Dolayısıyla Tevhid İslam’ın bakışıyla yere ilk inen insan ile beraber inmiş bir kavramdır. ne zaman bu kavramın çarpıtılması veya zayıflatılmasına yol açan yeni bir durum ortaya çıktıysa Allah bu kavramı canlandıracak birilerini göndermiştir.

Tefsirciler (İnsanlar bir tek ümmet idiler. Sonradan Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi.) (Bakara:213). Ayetinin açıklamasını şöyle yapmışlardır: İnsanlar Adem (A.S.) zamanında ve ona yakın zamanlarda tek bir ümmet idi. Yani bir tek topluluk idi. Tevhid ve Allaha itaat konusunda ittifak halinde idi. Daha sonra tevhid konusunda ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah tevhid ve itaat ehline ebedi nimet müjdesi veren, küfür ve isyan ehlini ise acı veren azapla korkutan peygamberler gönderdi.[3]

Dolayısıyla bu kavram İslami bakışa göre zamanın gelişimine göre değişen bir karam değildir. Hz. Adem (A.S.) dönemindeki tevhid ile Hz. Muhammed (SAV) dönemindeki tevhid ile aynıdır.

Tevhidin özelliklerini/parametrelerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

  • Allah’ın, kainatı idare etme konusunda bir ortağı yoktur. O bunu tek başına yapar. Aynı zamanda bu âlemi yoktan yalnız o var etmiştir.
  • Sadece Allah (cc) en pâk zatına layık bir şekilde kemal sıfatlarıyla muttasıftır. Başkası bu sıfatlara haiz değildir. Dolayısıyla kendisi ile mahlukları arasında bir benzerlik yoktur. Kul kuldur, rab ise rabdir. Yaradan ile yaratılan arasında fark vardır.
  • Allah (C.C.) yarattığı her hangi bir mahlukunun içine içine girmez. O mahluklarından tamamen ayrıdır. Arşının üzerinde (müstevi)dir.

Bu bakışa tamamen ters başka bir bakış vardır ki. Ona göre tevhid beşerî sosyolojide ileri bir aşamadır ve ilk tevhidi Eski Mısırlılar Kral Akhenaten ve benzerleri vasıtasıyla tanımışlardır. Dolayısıyla insanlık, tek tanrıya ibadet etme anlamındaki tevhide, beşeriyetin oluşumundan epey sonra ulaşmıştır.

Bu bakış, beşeriyetin atası Hz. Adem ile eşinin tevhid inancı üzerine olduklarını ifade eden Kur’an’ın kesin ifadelerine ters düşmektedir.

İslam’ın son peygamberi Hz. Muhammed (sav) eliyle ortaya çıkmasından beri bu kavram İslam toplumu nezdinde bir değişikliğe uğramamıştır. Ne var ki Kelam alimleri onu İslam akaidiyle ilgili araştırmaların adı olarak kullanmışlardır. Bu ilim dalına tevhid adının verilmesinin sebebi ise cenab-ı Allah’ın birliği ve vahdaniyeti konusunun bu ilmin en meşhur ve önemli konusu olmasıdır.[4] Fakat son zamanlarda ortaya çıkan aksiyoner bazı kesimler daha önceleri Müslümanlarca kabul görmüş çerçeveyi genişletme yoluna gitmiş ve tevhid kavramının kapsamına birçok İslam ulemasının onay vermediği bazı hususları da sokmuşlardır. Böylece Şirk kavramını da genişleterek evliyanın kabrini ziyaret etmek, başında dua etmek, Allah resulü ve Salihlere tevessülde bulunmak gibi umum ulema nezdinde tartışma konusu olmuş ve tekfire sebep yapılamayacak hususları şirk etrafında dolaşan büyük bidatlardan saymışlardır.[5]

Tevhid kavramı sadece Allah’ı ilah bilme ve başkasına bunu isnat etmeme inancı ekseninde dönmektedir. Ancak bu aynı zamanda bu kavramın insan hayatına ve onun bu hayattaki rolüne yansımalarını göz ardı etmemizi gerektirmez.

Nursi diyor ki: Tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya her şeyden onun nuruna karşı bir pencere açıp onun birliğine ve her şey onun dest-i kudretinden çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muîni olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. [6]

Tevhidin bir çok kavramla ilişkisi vardır. Bunların bir kısmı temel İslam akidesi manzumesi içinde tevhid ile aynı safta dururken diğer bir kısım İslami kavramlarda ise bir kısım yansımaları ortaya çıkmaktadır. Bu ilişki iki kısımdır: destekleme ilişkisi ve zıtlık ilişkisi. Birinci kısım yani tevhid kavramı ile destekleme ve güçlendirme ilişkisi içinde olan bir kısım kavramlardır ki buna “akide” “iman” “tenzih” kavramlarını örnek olarak gösterebiliriz. Şöyle ki: “tevhid” kavramı hadd-i zatında akide/inanç ile ilgili bir kavram olup Müslümanlar nezdinde îmanî bir hakikati ve Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tenzih etmenin zirvesini temsil etmektedir. Diğer yandan “tevhid” kavramı “vahdet” (birlik-beraberlik) kavramı ile de destekleyici bir ilişkiye sahiptir. “Tevhid” maddesi “وحَّد” ve ”اتحد” maddelerini de kapsamaktadır. Dolayısıyla “orta ümmet” olan İslam ümmetinin birlik ve beraberliği onun ortak bir prensip olan “tevhid”e inanması ile ilişkilidir.

“Tevhid” kavramının ilişkili olduğu kavramlardan biri “hürriyyet” kavramıdır. Zira tevhid, kişinin Allah’tan başaklarına kolluk yapma kayıtlarından azade olmayı temsil etmektedir.

Bunlardan biri de “ihlas” kavramıdır. Nitekim ihlas, ibadeti sadece Allah için yapmaktır.

“Tevhid” ile zıt bir ilişkide olan kavramlara gelince, bunlara “küfür” “şirk” “ilhad” gibi kavramları örnek olarak gösterebiliriz. Nitekim “tevhid” Allah’ın birliği hakikatine ters düşen zıt bir yönde durmaktadır.

“Tevhid” kavramı İslami bakış açısına göre, başka herhangi bir bakış açısında bulunmayan özelliklere sahiptir.  Akkad diyor ki: “İslam’da ilahi düşünce “tam bir ’düşünce’dir. Onda bir taraf diğer bir tarafa ağır basmaz, şirk ve şüphenin oluşmasına meydan vermez, ne somut manada ne de kalplerde Allah’a bir benzer düşüncesini oluşturmaz. Bilakis en yüce sıfatlar ise Allah’ındır. Ve onun bir benzeri yoktur”. Akkad daha sonra sözlerine şöyle devam ediyor: “Dolayısıyla İslam’da Uluhiyet düşüncesi farklı dini inançlarda dağınık bir şekilde bulunan fikirleri tamamlayan ve birleştiren bir fikir mahiyetindedir. Bundan dolayı Zat-ı İlahiyye’nin sıfatları arasında en yüksek noktaya ulaşmış ve Allah’a ait kemale layık bir şeyler isnat etme hususunda kalpleri ve zihinleri doğru tarafa yönlendirme vazifesini de zımni olarak yapmıştır.”[7]

“Tevhid” kavramının Ehl-i Kitabın Cenab-ı Allah hakkında uydurdukları hurafe ve vehimlerden uzak olması, kavramın, bu dinin “orta bir din” olma yönüyle irtibatını ve sağlam inançlara leke getirecek her türlü husustan temiz kalmasını sağlamıştır.

Tevhid kavramının Müslümanın hayatında sayılmayacak kadar etkinleştirici ve aktifleştirici boyutları vardır. Örneğin biz tevhid kavramı içinde Uluhiyetin sadece Rabbimize mahsus olduğunu, bu vasfın başkasına verilemeyeceğini, sadece Allah’ın hak olduğunu ve bu düşüncenin bir Müslümanın nezdinde pazarlık konusu yapılamayacak derecede köklü bir husus olduğunu dikkate aldığımızda, bu bize bu kavramın bir Müslümana yapacağı etkinin değerine dair bir fikir verir. Zira bu kavram ona, etrafında bazı sabit hakikatlerin ve köklü prensiplerin var olduğunu, hak ile batılı birbirinden ayırması gerektiğini, bir düşüncenin veya haberin var olup olmadığını veya doğru olup olmadığını ortaya koyan bir delil olmaksızın kabul etmemesi gerektiğini idrak ettirmiş olur. İşte bu noktada Cenab-ı Allah’ın “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme”(İsra: 36.) sözü karşımıza çıkar.

Müslümanlar akidelerini Hakikatler üzerine bina etme ve onu vehimlerden uzak tutma düşüncesine uyandıklarında akide ve rivayetlerde geçerli olan bir takım belli ölçüler koymuşlardır. Hatta kelam alimlerinden Necmuddin en-Nesefi gibiler akaid ile ilgili eserlerinin hemen başına “Eşyanın hakikati sabittir ve onlarla ilgili bilgi kerçektir” şeklinde cümleler yerleştirmişlerdir. Bu sözün manası şudur: İslam metodolojisi hakikatlerin varlığını kabul eder. Ve onların nisbî (göreceli) veya şatların ve algıların değişmesine göre değişikliğe uğradığını savunmaz. Dolayısıyla tevhid prensibi Müslümanın vicdanında hakikatlerin, değerlerin ve ahlakın sabit olduğu düşüncesini köklü bir şekilde yerleştirmiştir.

Davranış ve ilişkiler alanında da görüyoruz ki tevhidi etkinleştirmek ve aktif hale getirmek metot birliği temelinde olmaktadır. Bu da nefsin hevâsına uymaya bedel İslam şeriatına tabi olmada kendisini göstermektedir. “Şüphesiz bu (İslâm), benim dosdoğru yolumdur. Artık ona uyun, başka yollara (dalâlet yollarına) uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır.”[Enam: 153]. Keza bu, Allahlın rızasını talep etmede kendisini gösteren hedef birliği ile gerçekleşir: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır.”

Bundan dolayıdır ki “Tevhid” hakikatine bağlanmak bir tek şeriata tabi olmak ve bir hedefin peşine düşmeyi gerektirmektedir. Bunların her hangi birisinde kusur etmek ise tevbeyi ve gidilen yanlış yoldan dönmeyi gerektirmektedir.

 Dr. Seyf Abdulfettah

Siyaset Bilimi Profesörü

KAYNAKÇA

[1] El-Mu’cemu’l Vasit, (وحد) maddesi, s:1016, baskı: Mecmaul’luğa el-Arabiyye, (Arap Dil Akademisi).

[2] Bak: el-Mesuatu’l İslamiyyt’ul Ammeh (genel İslam Ansiklopedisi), (التوحيد) maddesi, baskı: el-Meclisul a’la lişşuunil İslamiyyeh (İslam İşleri Yüksek Konseyi).

[3] İbn Acibe tefsiri, el-behru’l-Medid 1/209, Dar’ul-Kutubi’l-İlmiyyeh.

[4] Er. Hasen eş-Şafii, el-Medhal li diraseti ilm’i-l Kelam. Baskı: Mektebet Vehbe, s: 31.

[5] Örneğin bak: ibn Abidinin ed-durru’l- Muhtar haşiyesi, baskı: Dar’ul-Kutubi’l İlmiyyeh 6/46; et-Tebbani, beraett’l- Eş’ariyyin Min Akaidi’l-Muhalifin, baskı: Matbaatu Dari’l-Kalem, Dimeşk 1967.

[6]   Dr Ferid el-Ensari, Risale-i Nurda Anahtar Kavramların kapsamlı bir sözlüğü yolunda. Sultan Muhammed b. Abdullah, Fas; Nur Araştırmaları Merkezi, Türkiye, 1. Bası, 2004, s:54.

Sözler – 293

[7] Abbas Mahmud el-Akkad, Allah (Akidenin ortaya çıkması),  Dar el-Maarif, sayfa 53 ve sonrası (az bir değişiklikle).

Başa dön tuşu